Tarihçi Prof. İlber Ortaylı, Osmanlı’nın imparatorluk dönemine ışık tutan çeşitli konuşmalarını topladığı ikinci kitabı ‘Son İmparatorluk Osmanlı’da1 geçmişi anlamak ve ondan dersler çıkartmak ile ilgili ilginç ipuçları veriyor…
“Toplum bilincini şekillendiren en önemli unsur geçmiştir… Toplum devamlı üreyen, devamlı ölen, nesilden nesle parçalar halinde birtakım şeyleri miras bırakan büyük bir organizmadır… Belirli bir toplumu, bir etnik grubu ya da bir ulusu oluşturan başlıca öğelerin dil, din ve üstünde yaşadıkları coğrafya parçası olduğu ifade edilir…”
Orada burada tarihi yapıların rant uğruna talan edildiğini görünce, doğal güzelliklerin betonlaştırıldığını duyunca, yerin altından fışkıran engin mirasın hunharca yok edildiğini okuyunca, hep tarihten anlaşılması gerekenler gelir aklıma.
Tarih sevmeyen, geçmiş ile ilgilenmeyen bir toplumuz. Oysa geçmişteki olaylar, yaşadığımız mekânları asır kaymaları ile paylaştıklarımız, bana çok heyecan verici gelir… Onları tanımak, neler yaptıklarını, nasıl yaşadıklarını, kaygılarını, birbirleri ile olan ilişkilerini anlamak, bugünleri değerlendirmek adına önemlidir, şüphesiz. Keza, yarınları öngörmek için de tarihin fısıltılarına kulak vermek gerekir.
Uygar dünyada geçmiş ile gelecek arasındaki bu bağ adeta derin bir kutsiyet atfedilerek korunurken, neden birçok büyük medeniyete ev sahipliği yapmış bizim topraklarımızda buna gereği kadar özen gösterilmez? Yoksa bu toplumumuzun genlerine işlenmiş göçebeliğin bir tezahürü müdür?
“Kimlik, bizim dışımızda gibi görünen birtakım olaylardan, savaşlardan, istilalardan, göçlerden meydana gelen tarihin bize sunduğu dil, din ve yaşanan olayların bıraktığı izlerle oluşmaktadır.”
Tarihin bilimsel şekilde ele alınması gerekir. Toplumsal hafızalara nüfuz etmiş yaşanmışlıkların yok edilmesi veya sorumsuzca eğrilip bükülmesi, bir çıkar uğruna hizmet etmeye mahkûm edilmesi, geleceğe taşınacak mesajın berraklığına gölge düşürmez mi?
Bu anlamda, bizlere eskiyi bağışlayan yapıların yok edilerek üstlerine moderni yakalamak adına çıkar merkezlerinin yerleştirilmesi ile olayları maksatlı olarak tahrif etmiş, tarihsel süreci arka planı yapmış kitap ve filmlerin bilgisiz halk kitlelerine servis edilmesi arasında çok da fark yoktur. Film diyerek, kitap diyerek, tarihi olayların kurgu mantığı ile senaryolaştırılması, bir yapının, geri dönüşsüz yıkımı ile aynı tahribatı verir toplumun sosyal dokusuna…
İşte Karaköy Limanında yıkılan yapılar… İşte gösterime giren ‘Payitaht Abdülhamit’ dizisi… Birbirinden bağımsızmış gibi duran, hoyratlığı, vurdumduymazlığı haykıran iki örnek: Düşünmeye değmez mi? Ve bunların birkaç gün öncesinde anılan Struma kurbanları! Bu nasıl bir tezattır diye sormaz mı insan kendi kendine?
“Tarih isteseniz de, istemeseniz de orada, sizin küplerinizde duruyor. Tarihi, cehaletten dolayı reddettim deyince, reddedildi sanılır… Adam sanıyor ki, pasta keser gibi tarih yapılabilir. Mümkün değil!”
O yapılar ayakta kalsaydı da orada teneffüs edilenler geleceğe taşınsaydı. Yolcu salonuna ilk gidişim anneannemi İsrail’e uğurlamak için olmuştu. Henüz kendimi yeni yeni bilmeye başladığım bana göre çok eski bir tarihten söz ediyorum… Keza Liman Lokantası… Zamanın iş erbabının uğrak yeri, şık bir mekânıydı… Oysa geleceğe kalabilseydi, kıymeti bilinebilseydi…
Abdülhamit devri bilinmeli, anlaşılmalı, eğrisi ile doğrusu ile tartışılmalı. Tarihe mal olmuş olayların ve isimlerin üzerinden yalan yanlış mesajların verilmesi böylesi bir çabayı olanaksızlaştırıyor. Filme, bir tutam ‘Siyon Önderlerinin Protokolleri’, bir tutam da anlamsız bir Osmanlıcılık klişesinden katılmış, öylesine, ilgi çeksin diye… Oysa tarihe mal olmuş gerçeklerden uzaklaşılmasaydı, mantık ve sağduyu hâkim olabilseydi yüreklere…
Olmadı sefere diyecek lüksümüz yok artık!
1 Son İmparatorluk Osmanlı / Timaş Yayınları