Başka hayatlara bakarken insanları görebilmek
‘Edebiyatın iyileştiriciliği’ hakkındaki sorularla karşılaştığımda, takside tanımadığımız birisiyle konuşmanın getirdiği etkileşimin iyileştiriciliğine değinen ‘Takside Psikoterapi Olur mu?’ yazımda irdelediğime benzer düşünceler doğdu. Hesapta iyileştirme olmaksızın, ne niyet ne kasıt, okumak ya da konuşmak gibi bir insan aktivitesi bir terapötik etki yaratabilir miydi? İnsan zihninde terapi ya da başka tedavi araçları ile oluşan tipte bir değişiklik yaratıyorsa, evet. Bunu uygun yöntemiyle araştırma kısmı çapraşık ve henüz tam yapılmadıysa da, mitolojik metinler ve tragedyaların okuyucu ve seyircilerin ruh sağlığını toparlayıcı etkileri olduğunu söylemek çok iddialı bir söz olmasa gerek. Üstelik bu metinlerin ve anlattıkları olayların (Oidipus’tan Kral Lear’a) psikoterapinin en temel kuramlarına ilham ve model olduklarını düşünürsek, modern çağın ruh iyileştirici metodolojisi gelişmeden önce aynı işlevi yerine getiren bu kaynakların son birkaç yüzyıldaki devamını da edebiyatın oluşturduğu söylenebilir. Sadece edebiyatın değil, okuma ve yazmanın, kendimizi ve başkasını anlamaya ve anlatmaya dönük üretici bir faaliyette bulunmanın ruhumuzun yaralarını sarıcı, hayata bakışını değiştirici ve kalkındırıcı etkisini hissetmiş olanların şu satırların okurları arasında çokça olduğunu düşünüyorum. Sabit Fikir dergisi için Mehmet Erkurt’un aşağıdaki sorularını bu düşüncelerle yanıtladım (tam metin http://www.sabitfikir.com/soylesi/yanki-yazgan-ile-soylesi).
Hem psikiyatr, hem yazar hem de okur olarak, sizce edebiyatın insan için iyileştiriciliğinden söz edebilir miyiz? Kimsenin bizi anlamadığını düşünüyoruz, başkaları da bizim onları anlamadığımızı… Başkalarını anlayabilmek, edebiyat karakterlerini anlamakla başlar. Kahramanlar ve anti-kahramanların düşünce ve duygu dünyasını kavramak, niyetlerini, yaşadıkları olaylara bakışlarını anlamak için gösterdiğimiz çabanın çok katmanlı bir etkisi var. Önce beyin aktivitesi düzeyinde bakalım; medial frontal alandaki kan akımının arttığını gösteren bulgular var. Bunun anlamı şu, kurgu okumak insan beyninde başka insanlarla ilgili bölgeleri net ve kesin bir şekilde aktifleştiriyor. Psikoterapiyle sağlanan etkinin eşdeğeri bir beyinsel değişiklik. Bu aktivite ruhsal düzeyde bir iyileşmeye yol açıyor mu, bunu söylemek için yeterince bilgi yok. İyileştirici olup olmadığını bilmesek de, ruhumuza iyi geldiğinden kuşku duymuyorum. Edebiyat okurları, kendilerinin ve başkalarının hayatlarına bakışlarında olumlu değişiklikler bildiriyorlar. Akla aynı anda edebiyat dışı metinler de geliyor. Sözgelimi, kişisel gelişim kitapları. Kendini anlamak, iyi hissetmek gibi amaçlarla başvurulan bu kitaplar, büyük ve giderek daha da büyüyen bir pazarı oluşturuyor. Kişisel gelişim kitaplarının önemli bölümü kişisel kanaatlerin ve bilim kaynaklarında yayımlanmış bulguların sadece kanaatleri destekleyenleriyle seçmece süslenmiş; kişisel deneyim ve kanaate bilimsel bir görüntü sağlayarak, pek hak etmediği bir nesnellik iddiası ve sahici olmayan bir genellenebilirlik zemini veriyor. Bu gözle bakınca, kişisel gelişim kitaplarının önemli bölümü aslında kurgusal nitelikte, bilim iddiasını bir kendini gösterme aracı olarak kullanılıyor. Kurgusallıkları anlama çabasından ziyade anlamış gibi olmaya yarayacak nitelikte olunca edebiyat tadı veya etkisi de pek olmuyor; o nedenle iyileştiricilik beklemiyorum. Ancak, bakış açısını zenginleştirici bilgi ve deneyimlerin paylaşıldığı neredeyse edebi bir dilde birçok kişisel gelişim kitabı da var, bunların perspektif zenginleştirici etkisini yadsımayayım. Biyografileri de kişisel gelişim çerçevesinde görmek mümkün, anlatı ve örneklerle öğrenmeye yatkınlığımızın bir sonucu belki de… Örneğin, 2000 Nobel Fizyoloji ve Tıp Ödülünü kazanan psikiyatr, araştırmacı Eric Kandel’ın In Search of Memory’si (Belleğin Peşinde) ya da Eric Hobsbawm’un Tuhaf Zamanlar’ı gibi.
Çocuk edebiyatında pedagoji konusu, gerçekten sonu gelmeyen bir problematik. Metnin ‘çocuğa görelik’i bazen salt pedagojik duyarlılık olarak anlaşılıyor. Ebeveyn ve öğretmenler de bunu bir gereklilik gibi görebiliyorlar. Ama bu yaklaşımın, metnin edebi niteliğini düşürme, öykünün gerçeklikle ilişkisini kırma, anlatımın esnekliğini bozma riski her zaman var. Çocuklarla, ergenlerle, onların hayat öyküleriyle iç içesiniz. Onlara anlatılanlara karşı duruş ve tepkilerini düşündüğünüzde, sizce edebiyatın bu pedagojiye ne kadar ihtiyacı var? Ruhsal mekanizmaların sağlıklı gelişimi çocukluk döneminin temel ihtiyaçlarından birisi. Çocuğa görelik bu mekanizmaları göz önüne almak olarak tanımlanırsa, anlatının çocuğa ulaşmasını sağlamak için önemli bir öğe. Örneğin, ölüm ve hayatın sonluluğu kavramlarını kavramak için yaşı henüz elverişli olmayan 8 yaşın altındaki bir çocuğun ölüm kavramının işlendiği bir metinden elde edecekleri sınırlı ya da kastedilenden farklı olabilir. Diğer yandan, çocuk adına hayal eden, çocuğun hayal edebilirliğini kontrol etmeye çalışan bir metnin edebi etkisi kadar, geliştirici etkisi de sınırlı kalabilir. Çocuk ve ergenin zihninde yeterli çabaya yol açmayan bir metnin, anlama/anlaşılma eksenindeki zihinsel/beyinsel aktiviteleri doğurmayacağını da düşünebiliriz. ‘Bibliyoterapi’ yöntemini, anlayış temelleri Antikçağ’a uzanmasına rağmen, özellikle son on yıldır daha fazla duyar olduk. Bu yöntemin öykü ile okuru buluşturma şekli, edebiyatla iyileşmeye iyi bir örnek midir? Hayatımızdan memnun değiliz, değişsin istiyoruz. Nasıl değişeceği hakkında ise pek fikrimiz yok. Hayatımızı değiştirecek şeyler arayışımızda kitaplara ihtiyacımız var; bu ihtiyaç bazen günümüzün süratiyle bir araya gelince, kitaptan beklentimizi çok yukarı çekebiliyor. Okuyarak kendimizi ve başkalarını anlamamızda bir anlamlı değişim sağlayabiliyor olmamız, bibliyoterapi çerçevesinde görülebilir.
Başkalarını anlamak diyoruz; peki kendi hayatına bu kadar boğulmuş bugünün insanının başka hayatlara, öykülere, anlatılara ilgisini, sabrını nasıl değerlendiriyorsunuz? İçinde bulunduğu çok kanallı iletişim ağı, üzerine çullanan eşzamanlı hız ve verim beklentisini düşününce… Pek sabırlı olduğumuz söylenemez. Bir hikâye ya da roman karakterini anlamak için gereken çabanın zaman alması, bu çabadan uzak durmamıza ve bu çabayı gerektirmeyen derinliksiz, siyah-beyaz çizilmiş karakterlerin ve olay örgülerinin bulunduğu anlatılara yönelmemize yol açıyor. Sosyal medya kullanımımız da kendi karakterimizi derinliksiz bir şekilde çizmeye itiyor galiba bizi. Başka öyküleri okumaktan çok ‘kendi öykümüzü yansıtma’ stresi yarattı sanki hepimizde. Hayatımızı, anlatılabilir bir kurgu dahilinde naklen yayımlanmalıymış gibi yaşıyoruz. Bu bizim okuyucu, dinleyici, alımlayıcı oluşumuzu etkiliyor mu?
Kendini anlatma, yazı öncesindeki mağara duvarlarındaki çizgilerden başlayarak yolunu bulan bir ‘dürtü’. Márquez’in otobiyografisinin adına bakın: [Hikâyeyi] Anlatmak için Yaşamak. Yazarların da, yazmaya kalkışanların da ortak yanları, anlatacaklarının olması. Okunacak, dinlenecek nitelikte yazmak ise marifet. Twitter’da yazdıklarımızda bu marifeti göstermekten ziyade, hızlıca içimizdeki dökmek ön planda. Tamam, marifet iltifata tabidir, ancak iltifata erişmek için acele etmek, marifetin, becerinin gelişmesini önlüyor.