2017 Avrupa için kritik bir yıl. Hollanda, Fransa ve Almanya’da seçimler var. Aşırı sağ popülist partilerin seçim başarısı, Avrupa Birliği’nin Brexit sonrası çözülme sürecine girip girmeyeceğine ışık tutacak.
İngiltere Başbakanı Theresa May’i Brexit kararından ötürü tebrik eden ABD Başkanı Donald Trump, transatlantik ilişkilerinin hangi eksende ve ne şekilde yürütüleceği konusunda Avrupalı devletlerin endişelerini giderebilmiş değil. Trump yönetiminin AB ve NATO’ya yönelik ikircikli yaklaşımı liberal demokratik düzenin bariz şekilde altını oyarken, liberal değerleri ayakta tutmak ve kıta Avrupa’sında barış ve istikrarı sürdürme görevi AB’ye düşüyor. Ancak Birliğin kendi yapısal krizlerini aşıp aşamayacağı, dahası ortaya çıkacak oluşumun çok vitesli entegrasyon yanlısı bir AB mi yoksa daraltılmış bir gümrük birliğine mi evirileceği meçhul. Bu bağlamda birliğin kurucu ortaklarından Hollanda ve Fransa’nın ile AB’nin lokomotifi sayılan Almanya’nın duruşu önemli.
Gerek Brexit referandumu, gerekse ABD başkanlık seçimleri olsun, peş peşe gelen başarısız tahminler nedeniyle, insanlar kamuoyu yoklamalarına pek itimat etmez oldular. Yine de yayınlanan son anketler Avrupa’daki seçimlerle ilgili düşündürücü birtakım trendlere dikkat çekiyor.
Hollanda’dan başlayalım. Irkçı söylemleri ve İslam karşıtlığıyla tanınan aşırı sağcı Özgürlük Partisi PVV lideri Geert Wilders’ın 15 Mart’taki seçimlerde meclisteki 76 sandalyeden 29’unu alması bekleniyor. Onu takip eden Liberal Partinin ise 25 sandalye çıkarma olasılığı var. Ancak diğer partiler hiçbir suretle Wilders ile koalisyon yapmayacaklarını açıkça ifade ediyorlar. Bu durumda meclis aritmetiği gereği, yeni kurulacak hükümet en az beş siyasi partiden oluşacak. Bu da istikrarsız bir koalisyon demek. Kısa zamanda yeniden seçime gidildiği takdirde Wilders’ın partisi oylarını artırarak geri dönebilir.
Fransa’da aşırı sağ Milliyetçi Cephenin FN adayı Marine Le Pen geçtiğimiz haftaya sansasyonel demeçleriyle damga vurmuştu. Seçildiği takdirde Fransa’yı Euro’dan, AB ve NATO’dan çıkartma sözü veren Le Pen’in cumhurbaşkanlığı seçimlerinin nisan ayında yapılacak ilk turunda sürpriz olmazsa birinci gelmesi bekleniyor.
Le Pen’in rakiplerinden merkez sağ Cumhuriyetçi Parti adayı François Fillon, hakkında çıkan yolsuzluk iddialarından ötürü ciddi kan kaybetti, yarıştan çekilmesi işten bile değil. Sol cenahta, Sosyalist aday Benoit Hamon’un radikal politikalarının ise toplumun geniş kesimlerinden destek alması zor görünüyor.
Seçim yarışı çekişmeli şekilde sürerken, bağımsız aday Emmanuel Macron’un popülaritesi hızla yükselmekte. Eski ekonomi bakanı ve bir dönem Rotschild’lerin bankasında çalışmış olan Macron ekonomi konusunda liberal çizgide olsa da, sosyal konularda sol siyasete yakın politikalar savunuyor. Kendisi aynı zamanda AB’nin ve transatlantik ilişkilerinin yeniden güçlendirilmesinden yana.
Hal böyleyken, Macron başlatmış olduğu En Marché (Haydi, İleri!) hareketiyle umut veriyor. İkinci tura kalabildiği takdirde, popülist dalgayı tersine çevirebilecek bir momentum yaratabilir. Bu bağlamda geçtiğimiz hafta Demokratik Hareket Partisi Lideri François Bayrou’nun seçimlerde Macron’u destekleyeceğini açıklamasının da oy getirisi bir yana, olumlu bir hava yarattığını söylemek mümkün.
Almanya’ya geçelim... Parlamento seçimleri beklenmedik şekilde çekişmeli bir hal aldı. Yakın zamanda yapılan INSA anket verilerine göre aşırı sağcı Alternative für Deutchland AFD Partisinin oy oranı, Björn Höcke’nin provokatif demeci ardından yüzde 16’dan yüzde 12’lere düşmüş durumda. Höcke, Ocak ayında Almanya’nın Nazi döneminin ötürü pişmanlık duyma geleneğinin 180 derece değişmesi gerektiğini savunmuştu. Buna rağmen, AFD’nin yüzde 5’lik seçim barajını geçerek, yıllar sonra Alman parlamentosuna giren ilk aşırı sağcı parti olması bekleniyor.
Bu arada Başbakan Angela Merkel’in muhafazakâr partileri CDU ve CSU’nun galibiyeti, koalisyon partneri Sosyal Demokrat Partinin SPD eski Avrupa Parlamentosu Başkanı Martin Schultz’u aday göstermesi ardından zora girdi. Yine INSA verilerine göre SPD, az bir farkla da olsa Merkel’in önünde seyrediyor.
Almanya’da seçimlerin önünde yedi ay olsa da, Merkel’in dördüncü dönem başbakanlığı artık garanti değil. AB içinde hesapların da buna göre yapılması gerekiyor.
Aslında ekonomik politikalar haricinde, Merkel ile Schultz gerek dış politika, gerek AB reformları gerekse Rusya ile ilişkiler konusunda birbirlerine yakın öneriler savunuyor. Ancak Schultz, Merkel’in kemer sıkma politikalarından sıkılmış seçmene, ılımlı bir alternatif sunuyor.
Merkel, epey bir süredir mültecilere yönelik uyguladığı açık kapı politikası yüzünden ciddi baskı altında. Noel öncesi Berlin’deki terör saldırısı, süregelen hoşnutsuzluğun üzerine tuz biber ekti.
Olası bir terör saldırısı her üç ülkede de göçmen karşıtı partilerin eline koz verecektir.
Avrupa’da ırkçı ve İslamofobik aşırı sağ partilerin iktidara gelmesi AB’nin geleceğini tehlikeye sokacağı gibi Avrupa’da yaşayan Türkler için de sıkıntı yaratacaktır. Sadece bunun için bile seçimleri yakından takip etmekte fayda var.