Son yıllarda “Ezberleri bozuyoruz” diye havalı bir şekilde ortaya çıkan ve sözüm ona resmi tarihin yalanlarını faş eden popüler tarih yazıları yakın zamanda bitti, ancak bıraktığı hasar farklı şekillerde devam ediyor. Dünyanın her yerinde okullarda okutulan tarih kitaplarında birtakım eksiklikler bulunur; ancak bunlarla ‘hesaplaşmak’ söylemiyle ve yalan radarı gibi davranıp da sırf yalandan oluşan bir tarih yazmak bizim ‘yazarlarımıza’ nasip olmuştur.
Ezber bozmanın verdiği yenilikçi hava, hesaplaşmanın getirdiği cesaret ve yalan olduğu iddia edilen bir tarihin yerine dürüstmüşçesine gerçekleri yazma ideali gibi ‘erdemler’, aslında içi boş sözleri köpürten halkla ilişkiler faaliyetinden başka bir şey değildi. O dönem herkese ağzına geleni söyleme fırsatı veren bu sihirli sözcükler, her türlü saçmalığın meşruiyet gerekçesi olarak hâlâ duruyor ne yazık ki. Sadece o sözcükleri kullananlar değişti, yumruk yine o yumruk. Yine de bu yoldan geçen yenileri, eskileri kadar ‘rafine’ uydurma yeteneğine sahip değil gibi gözüküyor. Üstelik resmi tarihle hesaplaşmak ‘demokratikleşmiş’ durumda, çünkü artık yalnızca operasyon gazetelerinde yazan birkaç yazar değil, sosyal medya sayesinde herkes yapabiliyor.
Bunlardan biri, Atatürk’ün Türk olmadığını iddia ediyordu, doğum yeri Selanik olduğu için ‘orijinali’ Yunan imiş Atatürk’ün. Üzerine konuşmaya biraz olsun değer bu, çünkü körü körüne bağlandığı ve artık neredeyse ana akım olmaya doğru ilerleyen görüşlerin, kendi içinde ne kadar tutarsız olduğunu gösteren oldukça somut bir örnek.
Selanik betimlenmeye kalkıldığında en çok kullanılan kelime ‘kozmopolit’. Atatürk’ün doğduğu 1881 yılında Selanik için ne Yunan demek kolay, ne Yahudi, ne de başka bir şey. Selanik’in ‘Yunanlaşması’, imparatorluğun dağılma süreci gibi uzun bir zamana yayılır. Selanik’te 500 küsur yıllık Osmanlı hâkimiyeti 105 yıl önce sona erer, hem de bir çırpıda. Selanik kurşun atılmadan teslim edilir, ama buranın ahalisi peşi sıra Balkan Savaşları, I. Dünya Savaşı ve son olarak mübadeleyle nüfus homojenleşene kadar sıkıntı çeker. Selanik’te çoğunluğu oluşturan Müslümanlar ve Museviler yavaşça azınlık durumuna düşerler, 1917’de şehrin üçte birini küle çeviren yangında Müslüman Türkler ellerinde avuçlarında ne varsa kaybederler. Her şeye rağmen ‘kalabilen’ Müslümanlar da mübadeleyle Türkiye’ye gelirler. Sözün özü 1920’lerden sonra ‘başarılır’ ancak Selanik’in Yunan olması işi ve bu, bugün ‘Selanikli elitler’ diye tasvir edilen insanların, bir paragrafa sıkıştırılmaya çalışılan acılarla dolu öyküsüdür.
Bu öykü ulus-devlet modeli eski imparatorluk topraklarında iyice yerleştikten sonra da bitmez. Yugoslavya’dan, Yunanistan’dan ve Bulgaristan’dan göçler zaman zaman şiddetlenen dalgalar bilinmekle beraber, yıllarca devam eder inceden süzülen bir su gibi. Bunu görmek ve bilmek için uzun uzun tarih okumaları yapmaya gerek yok, bizim kuşağımız 1989’da bir günde gümrük kapılarına yığılıveren Bulgaristan göçmenlerini gözleriyle gördü, yeni geldikleri yerlerde çektikleri sıkıntılara yakından şahit oldu. Yani sorsanız kendini Osmanlı diye tanımlayacak bu arkadaşlar ne Balkan coğrafyasındaki Osmanlı ve Türk varlığını bilir, ne de Osmanlı için Balkanlardaki topraklarının, o zamanki adıyla Rumeli’nin önemi ve güncel durumu hakkında fikir sahibidir.
Atatürk’ün babasının bir Yörük köyü olan Kocacık’ta doğması bir yana, doğduğu yerle etnisite belirleniyorsa ve Atatürk Selanik’te doğduğu için Yunansa, Dobriç’te doğan III. Ahmet Bulgar, Dimetoka’da doğan II. Bayezid de Yunan değil midir? Gümülcine doğumlu bakan Müezzinoğlu hakeza. Peki, oyları uğruna diplomatik kriz çıkarmakta beis görülmeyen Avrupa doğumlu vatandaşlarımız ne olacaktır? Hadi bakalım çık işin içinden.
Bugün Osmanlıcılık yapan arkadaşlar, bir yandan Osmanlı hoşgörüsü anlatırken, öbür yandan da bütün coğrafyayı korkuyla inlettiklerini düşünüyorlar. Oysa imparatorluk kurmak demek, farklılıkları bir arada tutma başarısı gösterme demek. İmparatorluklar bu kabiliyetlerini kaybettikçe dağıldılar. Balkanlar’da son yüzyılda oluşturulan bugünün ulus-devletlerinden, Yunanistan, Bulgaristan, Romanya, Makedonya, Arnavutluk, Kosova, Bosna-Hersek ve hatta Sırbistan, Karadağ’dan gelen insanlarımızın, bugün nüfusumuzda yüzde 20-25 arası bir payının olduğu düşünülüyor. Tam olarak da bu noktada Atatürk düşmanlığı, halk düşmanlığına, ayrımcılığa dönüşüveriyor. Yeniden imparatorluk hayalleri kurarken, eldeki ulus-devletin içindeki nüfusu ayrıştıracak bir noktaya geliyor bu sorunlu zihin yapısı.
Şüphesiz ki her zaman her konuda saçmalayanlar vardır. Ancak hiçbiri ortak tarihimiz hakkında saçmalayanlar kadar popüler olmamıştır zannederim. Bu noktaya ezber bozanlarla, yani Cumhuriyet’in kuruluşuna giden yolu, kurucuların zihin dünyasını anlamak yerine onları yargılamaya kalkanlarla geldik. Popüler tarih, güncel siyasetten fırsat yakalamak için yapıldı son yıllarda. Bu hengâmede ulus-devlet paradigmasının yansımaları, sadece Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna odaklanarak yapıldı, çünkü eleştiri yapıp kurucu kadroyu kötüleme için fırsat veren burasıydı. Oysa öte yandan yeni kurulan bu Cumhuriyet, Osmanlı’nın kaybettikleri topraklardan gelen insanlar için de bir sığınaktı. Bu ne görüldü, ne gösterildi. Ve bu Cumhuriyet bugün kolayca sarf edilebilen ayrıştırıcı sözlerle değil, bizzat kurucusunun cümlesinde somutlaşan kucaklayıcı değerler üzerine kuruldu: “Ne mutlu Türk’üm diyene!” Böyle bir liderin arkasından gelen kuşağın, o bu, bu şu, o da bu diye düşünüp kafayı kökenlerle bozması ne acı.