Eskiden, Türk dış politikasında şöyle bir eğilim gözlemlenirdi. Batı ittifakı içindeki yerini muhafaza etmek amacıyla Türkiye, AB ile ilişkileri kötü gittiği zamanlar, ABD ile yakınlaşırdı. Elbette, bunun tersini gözlemlediğimiz zamanlar da oldu. Misal, 2003’te Ankara ve Washington arasında ciddi bir hasar bırakan 1 Mart Tezkeresi kararını, Avrupalılar demokrasinin galibiyeti olarak nitelemişti. Transatlantik ilişkileri dibe vururken, Ankara-Brüksel arası mesafe kısalıvermişti o yıllarda. Türkiye’nin model ülke gösterildiği dönemler...
Zamanla bu şablon işlemez oldu. Bugün Türkiye’nin ne Avrupa ne de ABD ile ilişkileri pek iç açıcı değil.
Türkiye’de 16 Nisan’da yapılacak referandum öncesinde Avrupa ile yaşanan kriz hâlihazırda karşılıklı kendini kandırma şeklinde devam eden müzakere sürecinin sürdürülemez olduğunu bir kez daha ortaya çıkardı.
AB, Türkiye üzerindeki ağırlığını yıllar içinde kaybetti. Liste uzun. Güney Kıbrıs’ın AB üyeliğine alınması, PKK terörizmi konusundaki ikircikli tutum, 15 Temmuz darbe girişimi karşısında hükümete yeterli desteğin verilmemiş olmasını sayabiliriz. Bugün Türkiye’de kimsenin AB’ye tam üyelik beklentisi olmadığı açıkken, Avrupa’nın üyelik müzakerelerini askıya alma tehdidi bir anlam ifade etmiyor.
Avrupa’nın genelinde ise Kopenhag Kriterlerinden giderek uzaklaşan bir Türkiye algısı hâkim. Ankara’nın bu algıyı düzeltmek amacıyla öne sürdüğü tezler ne yazık ki inandırıcı bulunmuyor. Dahası Ankara zaten Türkiye’nin özel konumunu ve içinden geçmekte olduğu dönemin zorluklarını ön plana çıkartarak, kendi kriterlerini kabul ettirme gayesinde.
Karşılıklı ekonomik ve siyasi çıkarlar göz önüne alındığında, ne Avrupa’nın ne de Türkiye’nin birbirine sırt çevirme lüksü yok. Seçim baskısının körüklediği popülizm rüzgârı dindiğinde, ilişkiler yeniden şekillenecek. Burada kuşkusuz, referandum sonucuna göre Türkiye’nin nasıl bir yön tutacağı kadar AB’nin Brexit sonrası nasıl bir yapıya evrileceği belirleyici olacak.
ABD ile ilişkilere gelirsek.
Obama yönetiminden devreden sorunların Donald Trump döneminde rahatça çözüleceği beklentisi boş çıktı.
Washington, Türkiye’nin tepkisine rağmen Suriye’de IŞİD’le mücadelede PYD ile işbirliğinden geri adım atmayacağını çeşitli şekillerde ortaya koydu. Nihayetinde ABD Dışişleri Bakanı Rex Tillerson ziyareti öncesi -zaten bir süredir sahadaki fiili kuşatılmışlık sebebiyle durma noktasına gelen- Fırat Kalkanı Operasyonunun bitirildiği duyuruldu.
Öte yandan Irak’ta Türkmenler konusunda hassasiyetini her fırsatta dile getiren Ankara’nın Kerkük’e Irak Kürt Bölgesel Yönetimi bayrağı çekilmesine ve IKBY’nin bağımsızlık için referandum tarihi açıklanmasına çok sert tepki göstermediğini not etmek gerek.
Bunda, 16 Nisan’daki referandum kapsamında IKYB Başkanı Mesut Barzani’nin ılımlı Kürt seçmeni AK Parti’ye bağlayacağı beklentisinin bir payı olduğu muhakkak.
Ancak ABD’den de Kuzey Irak’ın referandum konusuna herhangi bir set çekme girişimi gelmediği takdirde başka bir okuma yapmak mümkün. Trump yönetiminin Suriye’deki güvenli bölge oluşturma planları (yeri henüz tam bilinmiyor) ile alt alta konulduğunda cihatçı ideoloji ve İran yayılmacılığına karşı daha seküler bir kimlik barındıran Kürtlerin gerek Suriye gerekse Irak’ta tampon işlevi göreceği beklentisi bölge politikasını şekillendiriyor olabilir.
Bu durum Türkiye’nin kendi Kürtleriyle sorunları sürdüğü müddetçe kırılganlık yaratacak, dış politikada manevra alanını daraltmaya devam edecektir.
Diğer taraftan, gerek Rusya gerekse İran’ın dengelenmesi noktasında jeopolitik konumunun sağladığı avantajlar, Türkiye’yi ABD için gözden çıkarılmayacak bir müttefik yapıyor. Ankara da zaten bunun bilincinde.
Referandum sonrası Türkiye’nin otoriterleşeceğinden endişe duyan AB’ye karşılık, Trump yönetiminin bu konuları sorun etmediğini anlamak için son gelişmelere bakmak yeterli. ABD, geçtiğimiz hafta Bahreyn’e F16’ların satışı için uygulanan demokrasi ve insan hakları konusundaki kısıtlamaları kaldırdı. Suudilere Yemen’de kullanılmak üzere mühimmat satışını da serbest bırakmak üzere adımlar atıyor.
Buna karşılık Türkiye’den ABD’ye uçuşlarda laptop benzeri elektronik cihazlara yönelik yasaklar uygulanması ülkenin artık başka bir kategoride konumlandırıldığının da göstergesi.
Her şeye rağmen, Trump yönetimi, Türkiye’nin 15 Temmuz darbe girişiminden sorumlu tuttuğu Fethullah Gülen’in iadesi konusunda birtakım adımlar attığı takdirde ilişkilerde bir yumuşama sağlanabilir. Basına yansıyan Gülen’in Kanada’ya göç etme planları bu yönde işaretler barındırıyor.
Türkiye gündemi fazlasıyla referanduma odaklanmış durumda. Ancak referandum sonucu ne olursa olsun, ülkenin yönetilebilir hale gelmesi için öncelikle mevcut kutuplaşmanın giderilmesi, içeride ve dışarıdaki tansiyonun düşürülmesi elzem.
Ülkemizde makbul kabul edilen inşaat sektörü jargonuyla anlatalım.
Türkiye yine AK Parti iktidarı döneminde dış politikada oyun kurucu olarak sivrilmesini salt arsa değerine değil, arsanın üzerine inşa edilecek projenin niteliğine borçluydu.
Ve komşularla ilişkiler tabi. Zaten, “Ev alma komşu al” derler.
Kriz alanlarının ortasında konumlanmış olması Türkiye’yi bölgesel denklemlerin önemli bir aktörü haline getiriyor. Ama bu konum, tek başına, Ankara’ya çevresindeki gelişmeleri çıkarları doğrultusunda yönlendirme gücünü vermiyor.
Türkiye çevresiyle dengeli ilişkiler geliştiren, kendi içinde istikrarlı bir ülke olabildiği takdirde, yüksek perdeden mesajlara ihtiyaç duymaksızın, dışarıdaki gelişmeleri etkileme gücünü geri kazanacak. Referandum kıskacından kurtulduktan sonra bir umut, belki sıra buna gelir.