Kaçımız iradeyi doğru anlıyoruz? Ya da kaçımız iradenin temsil ettiği hayatlardan haberdarız?
“Bedenimi evet ama ruhuma asla” diye başlayan klişe repliklerde dahi irade yoktu. Ancak bu seferki öyle değil! Bu kez ne fiziğin, ne de ruhun tek başına önemi kalıyor…
Evet, her şey tersine dönüyor ve hayır, o başlıyor.
Bundan tam 20 yıl önceydi… Hikâye anlatıcısına göre olaylar bir ölen, bir ölüp ölüp dirilen, bir de hiç ölmeyenin arasında geçti.
Köy meydanında duran yabancı, arabasından soluklanmak için az evvel inmiş, meydandaki kahvehanede çayını içiyordu. Etrafına toplanan birkaç köylünün “Nereden gelirsin?” sorusunu “Kim bilir” yanıtıyla geçiştirdi. Güler yüzüne, iyi giyimine bakılırsa şüphelenilecek bir hali yoktu. Ama bir yabancının her daim cazip sayıldığı bu köyde, etrafına kalabalığın toplanması uzun sürmedi. İçlerinden muhtar olanı, “Anlat bakalım!” dediğinde “Madem öyle” kelimeleri koyu bir sohbetin başlangıcı sayıldı.
“Ne çok insan biliriz tanımasak da, dokunmasak da artık aramızda yoklar. Ne kıymetlilerdi. Kendileri, aileleri, sevgilileri, hayatları vardı. Hiç gitmeyecek gibi yaşadılar. Ya da çok korktular, ya gidersek diye. Ancak korkanı da kalmadı, korkmayanını da götürdüler.”
Böyle başladığı hikâyesinde, öteki tarafa geçenlerin çaresizliğini dile getirmişti. İnsanın, ne yaparsa yapsın, ne kadar kaçarsa kaçsın sonunda toprakla buluşacağı gerçeğinden kaçamadığını nerdeyse herkesin gözüne bakarak söyleyecekti. Köylülerin yüzlerinin asılması umurunda değildi ve yabancı etrafındakilere aldırış etmeden devam etti.
“Dün gece rüyamda gördüm. Ufak bir kız çocuğu elimden tutmuş, beni bir yerlere götürüyordu. Minicik daha. Ama nasıl da hızlı yürüyor. Her adımı benden daha kararlıydı. Sorgulamadım. Küçük olması hiç derdim değildi. O kadar güven veriyordu ki her şey- ben de ona uyum sağlıyordum.”
Yabancıyı dinleyenlerden bazıları onu tuhaf bulmuş, köylülerden kimisi ise adamın bir anda hikâye anlatmasını garipsemiş halde birbirlerine bakıyordu. Yine de hikâyenin nereye varacağını duymak istediklerinden kimse sesini aksi yönde yükseltmedi. Yabancı da kendisini sessizce onaylayan ahalinin ona kulak vermesinden memnundu. Daha da keyiflenmiş haliyle hikâyeyi şevkle anlatmaya devam etti.
“Küçük kız bir restorandan içeri girdi. Ben de arkasındaydım. Yıllar önce kaybettiğim, canımdan eksildiğini hissettiğim biri oturuyordu masada. Hem de çok iyi tanıdığım biri. Karımdı beni bekleyen. Sanki randevumuz vardı. İnanamıyordum. Kanıyla canıyla masada, hatta daha önce gittiğimiz restoranların birindeydik. ‘Kim bilir kaç defa kalabalık yemekler yedik orada’ derken- ben masaya oturdum. Yüzümde hiçbir şaşkınlık yoktu. Hatta ona dönüp; “Sen ölmedin mi, nasıl oluyor da burada oturuyorsun?” diyebildim. “Tabii ki öldüm ama sen ölümden ne anlıyorsun ki” diye sordu bana!
Ne anlayabilirdim ki? Hayata yapışmayı öğrenmişim, sıkıca tutunmak sonra bildiğim en iyi şekliyle yaşamak. Korkularım, duvarlarım, kurcalayıp kurcalamadıklarım- hepsi iç sesim oldu sanki.
Yabancının sözünü kesme ihtiyacı hisseden muhtar; “Eşin hayır istemiş senden” yorumuyla konuya açıklık getirecekken yabancı “Keşke” diye yanıtladı. Adamın cevabı etrafındakileri daha fazla meraklandırmıştı ki, muhtar yine devreye girdi. “Devam et öyleyse, neymiş işin aslı?” Yabancı bu kez çayından bir yudum aldı. Gözü meydanda oynayan çocuklara ilişmişti. Kendi çocuklarının hızla büyüyüp evden kopuşunu hatırladı. İyi bir baba değildi ama iyi bir eş olduğunu biliyordu. Burukluğunun yanında göğsünde hissettiği sevgiyle içini çekti. Ve muhtara dönerek devam etti.
“Ölenin tam gitmediği ama bizim tamamen gittiğini sandığınız bir yerdi. Karım anlattıkça düşüncelere boğuluyordum. Şaşkınlığımı fark ediyor, yine de anlatmaya devam ediyordu. Sonra, öz irademi yersem, eriyeceğimi söyledi. Yok olurmuşum. Uca doğru kayarmışım. Evet ve hayır kelimelerinin iradeli bir seçim olmadığını söylerken, oturduğumuz masaya tutundum. Bir şeye dokunmam lazımdı. Somuta bağlanmayı arzuladım. Suretime bakmam lazımdı aynadan. Sahi var mıydım? Aklım gidip gelse de, şükürler olsun ki vardım! Halimi fark edince, ‘Boşuna uğraşma aklın almayacak sadece ruhun anlıyor ne dediğimi. Burası bedenimi asla yeri dediğinde sözlerindeki samimiyetini hissettim. Ama bir türlü neden buradayım diye sormak aklıma gelmiyordu. Kan ter içinde uyandım ve sabahın ilk ışığında karımın mezarını ziyarete gittim. En azından bunu kendi isteğimle seçtim.”
Yabancının anlattıkları kısa süreli bir sessizliğe sebep olsa da yanından kimse ayrılmamıştı. Sanki bir devamı vardı anlattıklarının yahut olmalıydı. Sonunda etrafındaki bakışlara dayanamayan adam ağzındaki baklayı çıkardı.
“Karım bana evet dediği için babasına hayır demişti. Çok sevdiği babasından ayrılmak onu öyle tüketti ki, erken gitti.”