Büyük ve güçlü imparatorlukların dünyadan silinmesi çok eski değil: Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’ndan sonra imparatorluk bir yönetim modeli olmaktan çıktı. Bir yandan iç savaşlar diğer yandan da dış düşmanlara karşı verilen kurtuluş savaşları sonucunda rejimler değişti, birçok önemli ülkede bugün bildiğimiz ulus-devlet modeli benimsendi. Reformlar yapıldı, kralların değil halkların yönettiği bir sisteme geçildi. ‘Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik’ sloganları ile bireyin hakkını sınırlayan tek şeyin diğer bireylerin hakları olduğunda birleşildi. Artık devleti yönetenlere hizmetkâr, oy verenlere ise patron denildi.
İmparatorluklar dönemindeki ekonomik düzen sömürgecilik idi. Bakir toprakları fethedip oralardaki insanları köleleştirerek ve hammadde ve madenleri kendine çekerek palazlandılar büyük güçler yüzyıllar boyunca. Halklar özgürleştikçe, sömürge düzenin yerini serbest teşebbüs aldı. Arz ve talep dengesizliğini en iyi çözümleyen modelin serbest piyasa ekonomisi olduğu görüldü. Komünizm, teoride iyiydi ama refah artışı yaratmada başarısızdı.
Serbest pazar ekonomisi güçlü ile güçsüzün bir arada yarışması demekti. Rekabet esastı. Ne var ki, savaş sonrasındaki 50’li yıllarda yarış diye bir şey zaten yoktu. Ne diksen yeşeriyordu; kimsenin rekabetle bir derdi yoktu. 60’lı ve 70’li yıllarda ise petrol ucuzdu; korumacılık duvarlarının arkasında ülkeler arasındaki rekabet pek hissedilmiyordu. Teknoloji yeniydi; nakliye pahalıydı. Pazarlar henüz birleşmemişti.
Savaş sonrasındaki 40 senede herhalde dünyadaki refah artışının en hızlı olduğu yıllar yaşandı. Şunu da not etmek gerekir ki, 1955 senesinde dünya nüfusu sadece 2,8 milyar, Türkiye’nin nüfusu ise sadece 24 milyon düzeyinde idi. 1944’te Dünya Bankası kuruldu, 1945’te 51 ülkenin katılımı ile Birleşmiş Milletler vücut buldu. Serbest pazar ekonomisini desteklemek ve komünizmin yayılmasını engellemek için 1948’de Marshall Plan’ı devreye sokuldu. Barış ve kalkınma bir arada gerçekleşiyordu; demokrasi ve serbest pazar ekonomisi beklenen sonucu veriyordu. Adam Smith’in Görünmez El’i iyi çalışıyordu. Kalkınma hamleleri sayesinde, büyük kesimler refah artışını bizzat hissedebilir oldu.
80’li yıllarda dünya ticareti hızla genişlemeye başladı. Zengin ülkeler, fakir ülkelere borç vererek onların tüketim toplumları olmaları için uğraştılar. Gelişmiş ekonomiler bilgi toplumuna dönüşürken, gelişmekte olan ekonomiler de ucuz emek ve ucuz üretim toplumlarına dönüşmeye başladılar.
90’lı yıllarda küreselleşme treninin kalkmasıyla birlikte, gelişmiş ekonomilerdeki işçiler ve düşük gelirliler, kendi ülkelerinde yaratılan refahtan eskisi kadar pay alamaz olmaya başladı. Örneğin, 30 sene önce Michigan eyaletinin Detroit şehrindeki sendikalı işçiler toplu sözleşme pazarlıklarında burunlarından kıl aldırmazken, bugün Detroit’in iflas gerçeği ile yüzleşmek zorunda kaldılar. Bu arada, dünya nüfusu 60 sene öncesine göre tam 2,5 katı arttı. Bir yandan artan nüfusun küresel pazara sunduğu ucuz emek, diğer yandan da üretimde kullanılan yeni teknolojiler ve nakliyenin ucuzlaması, OECD ülkelerindeki sermaye-işgücü dinamiklerini değiştirdi. Artık geniş kitleler, serbest pazar ekonomisi ile gelen acımasız rekabetin faydasından çok zararını gördüklerini düşünmeye başladılar. Haliyle, bu kesimlerdeki kitlelerin oy verme eğilimi de değişmeye başladı.
Nitekim OECD’nin 2016’daki bir raporuna göre, 25 sene önce en üst yüzde 10 gelir grubunu en düşük yüzde 10’a göre ortalamada yedi kat fazla kazanırken, bugün bu oran 9,5 katı aşmış durumda. Yine OECD’ye göre, Türkiye’de en fazla kazanan yüzde 10’luk kesim ise en az kazanan yüzde 10’a göre 25 kat daha fazla kazanıyor. Yani, Türkiye’de de durum pek farklı değil.
Artık bu bozulan düzenin kolay kolay değişmeyeceğini tahmin edebiliyoruz. Credit Suisse’in 2016 araştırmasına göre, toplam 4,8 milyar yetişkin kişinin halen 3,5 milyarının toplam serveti 10 bin doların altında; 10 ile 100 bin dolar arasında varlığı olan yetişkin kişi sayısı ise 900 milyon. Yani 4,4 milyar yetişkin kişi bugün bir lüks otomobil satın alma hayalini dahi kuramıyor.
Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde seçimler artık bu ekonomik ruh hali içerisinde yapılıyor. Sokakta, televizyonda, filmlerde gördüğü standartlara ulaşma hayalini dahi güçlükle kuran kitlelerin oyları ile idareciler seçiliyor, önemli referandumlar gerçekleştiriliyor. Mülteci krizi, görüntüde önemli gibi görünse de, insanların değişen tercihlerinin arkasında aslında refah artışından artık eskisi gibi pay alamamaları gerçeği yatıyor. Brexit’le, Trump’un seçimiyle, Gert Wilders’in, Viktor Orbán’ın ve Le Pen’in yükselişiyle küreselleşme karşıtlığının prim yaptığı bir döneme girerken, eski gözlüklerle bakarak bunun geçici bir dalga olabileceğini düşünmek, gerçekçi durmuyor.