Geçen on gün, memleketin rezaletler tarihine geçen bir on gün oldu. Meczuplardan biri Atatürk’ün manevi kızına, öbürü annesine, bir diğeri de eşine taktı kafayı. Tarihçilik adına terbiyeye, insanlığa sığmayacak aşağılık hakaretler televizyonlardan, dergilerden bangır bangır yayınlandı. Üstelik sapıklar da. Annesi, karısı, manevi kızı gibi hep kadın figürler üzerinden gitmeleriyle kadınlarla ilişki kurmayı beceremediklerini bağırıyorlar adeta. Ama bu beceriksizliğin hıncını başka yerde çıkarsınlar, televizyonlarda baş köşelerde değil! Atatürk’e hakaret etmenin ticari kazanç kapısı olmasına tabii ki göz yumacak değiliz. Peki, Atatürk’ü koruyan kanun bile olmasına rağmen, Atatürk’e dil uzatmanın artık hiçbir bedeli olmadığına emin bir şekilde bunu nasıl arsızca yapabildiler, bu noktaya nasıl geldik?
Bir zamanlar bu ülkede, bu ülkenin kurucusuna hakaret etmenin bir bedeli vardı. O zamanlar atılan iftiralar, bugün gönül rahatlığıyla dillendirilir oldu. Türkiye’nin terör örgütü kabul ettiği IŞİD’in dahi “Türkiye sorumlusu” Atatürk’e hakaret ettikten sonra suç işlemiş muamelesi görmedi; öyle ya, vakayı adiyeden artık bu! Çünkü yıllardır Atatürk’ü sevmemenin, ona muhalif olmanın, yaptıklarını antidemokratik diye yaftalayıp geçmişle didişmenin ‘demokratikleşme’ için önemli bir adım olduğu anlatıldı her tarafta. “Atatürk de eleştirilebilir canım, ne var bunda?” denilerek çıkılan demokratikleşme yolu, en ağır hakaretlerin rahatlıkla dillendirilebildiği iğrenç bir yere çıktı. Üstüne üstlük bu sözler Atatürk’ü seven, sayan çok büyük bir kitleye de hakaret etmek anlamını taşıyor. Ülkenin ortak değerlerinden birine saldırınca, onu sahiplenen kitleye saldırdığınız gibi ülkenin de dibine dinamit koymuş oluyorsunuz: Şu çok sık kullandığınız ‘bölücülük’ tabiri tam olarak da böyle bir şey!
Demokratikleşirken söylen(e)mez şeyler söylenir oldu, bu olsun diye yürürlükteki yasalar bile uygulanmıyor. Kanunun adı vesayet, hakaretin adı eleştiri olunca demokratikleşmenin de tadını en çok bayağı insanlar çıkardı. Latife Hanım’ın Atatürk için “çakma Napolyon” demesi, son yıllarda kullanıma giren ‘çakma’ kelimesini “kullanmış olması”, yaptıkları işin niteliğini gösterecek halde. (Daha önce de Damat Ferit’in olmayan torunuyla röportaj, İnönü’nün Atatürk’e suikastı gibi uydur uydur ipe diz metinleri gelmişti bu cenahtan. ‘Birinci Cumhuriyet’i anlatmak için yeni bir ‘resmi tarih’ uyduran, bunu da popüler yayın organlarıyla yapmaya çalışan cenah hani.) Amerikan gazetelerinde Atatürk’ü tahkir etme niyetiyle çıkan kupürleri kanıt diye kullanıp milleti İngiliz ajanlığıyla suçlayan bu meczuplar, yıllardır ‘ezber bozduklarını’ zannediyorlar, hâlbuki zurnanın zırt dediği yere kadar da alternatif tarih yazdıkları için gayet havalılardı. Oysa bulvar gazetelerinden bulunmuş kupürler, Kurtuluş Savaşı düşmanlarının argümanları ve Rıza Nur’un rüyalarının dışında tarih diye yazdıkları şeyin gerisi de birkaç iftira, birkaç küfür zaten; Atatürk’e eleştiri getirebilecek çapta değil hiçbiri. Peki, nasıl oluyor da düşünce özgürlüğünün sınırları, onlar gönüllerince hakaret edebilsinler diye esnedikçe esnedi? O da bizim ‘aydınların’ açtıkları yolda, gösterdikleri hedefe durmadan ilerlemelerinden ileri gelir.
‘Atatürk kültüne’ ve Kemalizm’e ‘eleştiriler’ diye çıkılan yoldan bahsediyorum, hani şu meşhur Atatürk’ün putlaştırılması hikâyesi. Sanırsınız Atatürk’e sevgi saygı duyan insanların her birinin evinde Atatürk’ün küçük heykelcikleri var da akşam yatmadan evvel önünde diz çöküp dua ediyorlar. Atatürk’ün putlaştırılması iddiasıyla ülkeyi demokratikleştiren (Latife Hanım’dan ödünç alıyorum!) ‘çakma’ solcular, yurtdışından fonlananlar yolu yapıyor; bu tip adamlar sadece takip ediyor, temizlenen yollarda emin adımlarla yürüyorlar. Yoksa kendi hallerine bırakıldıklarında yaptıkları tarihçiliğin “Abdülhamid mi, Atatürk mü?” seviyesinin üzerine yıllardır çıkamadığını hepimiz biliyoruz.
Bugün dahi Atatürk’e hakaretleri hiç önemsememek gerektiğini, kendi çukurlarında boğulmaları gerektiğini söyleyenler var aralarında. Hayır efendim! Köşelerinden “Büyük tepkilere yol açan sözler ancak kınanabilir” diye buyuranlar var. Kendisinin annesine “Genelevde çalışıyordu” dedikleri zaman kendisi demek ki kınamak kendisine yetecek. Kusura bakmasınlar, henüz o kadar medeni değiliz! Biz bu ülkeyi bize armağan eden kişinin savunuculuğunu yapmakla mükellefiz. Tepki göstereceğiz. Bunca terbiyesizliğin alenen yapıldığı, terbiyesizlerin ziyaret edildiği bir ortamda en çok buna ihtiyaç var.
Bu ihtiyacı giderecek hayli insan da var, uzunca bir zaman görülmek istemese de. Şu meşhur ‘aydınlar’ ve yazıp çizdikleri medya, azınlığa çoğunluk, çoğunluğa da azınlık psikolojisi yükleme vazifesini başarıyla yerine getirdi yıllardır. Atatürk’ü seven sayan insanlar hanidir kendini azınlık zannediyor. Siyaset yapanların, televizyonlarda, gazetelerde maval okuyanların pek çoğu Atatürk’ün sokaktaki karşılığından bihaber, oysa son yıllarda yaşadıklarımızdan sonra daha da güçlendi bu karşılık. Çünkü Atatürk bu ülkenin ortak değeridir. Bu ülkeyi sevmek demek, Atatürk’ü sevmek demektir.