Çağları simgeleyen olaylar, toplumları sürükleyen insanlar, kendisine hayranlıkla baktıran yapıtlar vardır. Bir de dokusuna tarih işlemiş kentler vardır… Yüzyıllar boyunca birçok iyiyi ve kötüyü, güzeli ve çirkini, yapıcıyı ve yıkıcıyı görmüş, onların izlerini taşımış ve gözlerimizin önüne sermişlerdir… Uzak geçmişle bugün arasında köprü oluşturmuş, uygarlıklara ev sahipliği yapmış, insan toplulukları için ilham kaynağı olmuştur bu kentler…
Ancak bir kent vardır ki, hiçbir tarih diliminde toplumların ve insanların ilgi odağı olma özelliğini yitirmemiş, dualara girmiş, şarkılara konu, özlemlere ve savaşlara neden olmuştur.
Tarih boyunca hiçbir kentin kaldırımları bu kadar bilge tarafından arşınlanmamış, sokakları azizlere ve peygamberlere bu denli ev sahipliği yapmamıştır. Yüzyıllar boyunca kanla sulanmış ve kahramanlıklarla kutsanmış, 36 savaşa tanık olmuş, tam 17 kez yakılmış, ancak yine de direnmiş, bugünlere dek gelmeyi bilmiştir.
Ticaret için hiç uygun olmayan konumuyla, tarıma elverişsiz dağlık arazisiyle, devamlı suya hasret toprağı ile hiçbir doğal zenginliğe sahip olmayan bu şehir, mantıken dünyanın büyük kentleri arasına girmemiş olmalıydı… Ancak O, “Büyüklerin büyüğüdür” çünkü insanı insan yapan ahlaki temellerde ölümsüzlüğe kavuşmuştur. Kendisine yol gösteren peygamber kim olursa olsun, tek Tanrı’ya inanan her insan için anlam ifade eder. İlk bakışta paradoksal görünse de, bu özelliğin nedeni, kentin tarihinde ve tarih boyunca buraya yerleşmiş toplumların çeşitliliğinde yatar. Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlığın hiç şüphesiz birçok ortak paydası vardır. İşte bunların biri de, tüm bu dinlerin bu kente atfettikleri önem ve kutsiyettir.
Hıristiyan âlemi için kent, İsa’nın öğretilerini olgunlaştırdığı yerdir. Eski emanetlerin bulunması, ruhani ve fiziksel âlemin merkezi olmasından dolayı kutsaldır. İslam’a göre ise, Mekke ve Medine’den sonra kutsiyet ifade eden üçüncü ibadethanedir. Bu anlamda önemlidir, El Kuds’tur…
Hıristiyanlığın ve İslamiyet’in bu dini ve mistik yaklaşımları Yahudilerin bir Hebron veya bir Betlehem’e olan yaklaşımlarını hatırlatır. Bunu kesinlikle Yeruşalayim’e olan bağlılıkları ile karıştırmamak, karşılaştırmamak gerekir.
Yeruşalayim, Yahudilik için bütünlüğü ifade eder; özgürlüğü ifade eder; geleceği ifade eder. Tarihinin derinliklerinde sürgünlerle tanışan, acılarla yoğrulan Yahudi halkı Yeruşalayim’in ihtişamını hiç unutmadı. Diaspora’daki ilk yıllarından günümüze akıp giden yüzyıllar boyunca, yaşantısını hep O’nun manevi varlığı etrafında oluşturdu… Maruz kaldığı tüm zulme karşın O’na fikren olsa bile yönelmekten asla vazgeçmedi.
“Eğer seni unutursam, ey Yeruşalayim,
Sağ elim hünerini kaybetsin,
Eğer seni anmazsam ve seni en büyük sevincimden üstün tutmazsam,
Dilim damağıma yapışsın!”
Şimdilerde Yeruşalayim’in birleşmesinin 50. yılı kutlanıyor.
David’in başkenti olarak tarih sahnesindeki yerini 3000 sene önce alan,
Nabukadnezar’ın orduları tarafından ele geçirilen,
Titus’un orduları tarafından yerle bir edilen,
Uzun asırlar boyunca defalarca el değiştiren,
Siyasi hesaplaşmalara, çağımızın güç savaşlarına neden gösterilen Yeruşalayim için ne söylenebilir ki?
Eskiler tarafından kurulmuş büyük kentlerden bir tek O, bugün hâlâ eski ihtişamını korumaktadır. Dönemin büyük Mısır uygarlığından veya Mezopotamya’sından geriye kalıntılardan başka bir şey gelmemiştir. İşte, gizem bu doğrunun içinde saklıdır. Gerçekle mucizenin kaynaştığı, insanın yaratanıyla bütünleştiği bir yerdir orası.
Via Dolorosa’yı takip ederek İsa’nın yaptığı son yolculuğu anan Hıristiyan’ın hissettikleri ile,
Mescid-i Aksa’da namaz kılan Müslüman’ın hissettikleri arasında çok bir fark olmasa gerek.
Her ikisi de peygamberlerinin ayak izlerini takip etmenin heyecanını duyarlar…
Ağlama Duvarına dokunuş ise, bir Yahudi için Bet-Amikdaş ile ve onun ifade ettiği mirasla bütünleşmektir… O muhteşem hissi kalbinde hissetmektir: İşte Yeruşalayim budur!
(*) Güzelim