“Başkalarına tümüyle güvenebileceğimiz zamanlar artık geride kaldı. Son günlerde bunu deneyimledim... Biz Avrupalılar kendi kaderimizi gerçekten elimize almalıyız.”
Almanya Başbakanı Angela Merkel geçtiğimiz pazar günü Münih’te seçmenlerine seslenirken Transatlantik ilişkilerinin geleceğine dair kaygılarını bu sözlerle ifade etti.
Merkel’in çıkışını 24 Eylül yaklaşırken, seçim yatırımı olarak değerlendirenler var. Ancak “Önce Amerika” sloganıyla başkanlık koltuğuna oturan Donald Trump’ın gerek NATO ittifakı gerekse Avrupa ile ilişkiler konusundaki umursamaz tavrı müttefikler arasında epey bir süredir rahatsızlık konusu.
25 Mayıs’ta Brüksel’de Başkan Trump’ı üye ülkelerin liderleriyle buluşturan NATO toplantısı ve ardından İtalya’nın Taormina kentinde düzenlenen G-7 Zirvesinde yaşanan bir dizi gerginlik, Transatlantik ilişkilerinde hasarın kalıcı olabileceğini gösteriyor.
Trump, Brüksel’de müttefiklerin savunma bütçesinden üzerlerine düşen payı -milli gelirin yüzde 2’sine denk gelecek şekilde- ödemeleri gerektiğini bir kez daha hatırlattı. Bununla birlikte Trump, daha önce ‘modası geçmiş’ olarak nitelediği NATO’nun 5. maddesinin -Bir üyeye yapılan saldırının tüm üyelere yapılmış gibi kabul edilerek karşılık verilmesi hükmünün- geçerli olduğuna dair teskin edici herhangi bir açıklama yapmadı. Dolayısıyla bugün NATO ittifakının işlerliği, müttefiklerin savunma payını ödemeleri şartına bağlanmış durumda.
Oysa NATO, 5. maddeyi tarihinde ilk kez 11 Eylül saldırısı sonrasında ABD’yi korumak için yürürlüğe koymuştu. Elbette köprünün altından çok sular aktı.
O dönem, Başkan George W. Bush’un tek taraflı politikaları, özellikle Avrupalı devletlerin itirazlarına rağmen Irak’ın işgalinde ısrarcı olması, ‘gönüllüler koalisyonu’ gibi girişimleri Transatlantik ilişkilerinde derin çatlaklar açtı.
Öte yandan, Avrupa’nın 90’lı yıllarda Balkan kriziyle ortaya koyduğu basiretsizlik, ilerleyen dönemde de herhangi bir ortak dış politika vizyonu üretememesi ve savunma konusunda sırtını fazlasıyla ABD’ye dayamış olması, bugün Transatlantik ilişkilerindeki anlaşmazlığın Washington’dan bakıldığında görünen yüzünü oluşturuyor.
Ancak şu da bir gerçek ki, bugün cihatçı terör ve Rusya’nın genişlemeci politikaları (siber tehditler de göz önüne alındığında), Avrupa’yı hem içeriden ve dışarıdan tehdit etmekte. Buna karşılık dar milliyetçi perspektif benimseyen Trump yönetimi, ABD’nin gücünü dünyaya kanıtlamak istemesine rağmen, Transatlantik ittifakının yükünü üstlenmeye gönüllü değil.
Bu durum Brexit sonrası kan kaybeden ama Fransa seçim sonuçlarıyla birlikte AB karşıtı popülist dalgayı bir nebze gerileterek moral toplayan birliği, kendi başının çaresine bakmaya mecbur kılıyor. Ama nasıl?
Almanya’nın AB içinde giderek güç kazanmasının, daha büyük çekişmelere yol açma riski var.
Avrupa’nın ortak savunma gücünü kurması konusunda gelince... Bu, yıllardır tartışılan ve zaman zaman manşetlere çıkan bir konu.
Almanya bir süredir, NATO’nun 2013’te ortaya koyduğu Çerçeve Ülkeler Konsepti kapsamında Hollanda, Çek Cumhuriyeti ve Romanya ile ordularını tümen bazında entegre etmekte. Bu girişimin Avrupa Ortak Savunma gücüne evirilip evirilmeyeceğini söylemek için henüz çok erken.
Öyle bile olsa, NATO’ya alternatif bir güç olması mümkün değil. Daha çok NATO’ya bağlı, çok uluslu Acil Müdahale Gücü olarak görev yapacaktır.
Bu arada ABD’nin NATO konusundaki ikircikli tavrının en çok Rusya’yı memnun ettiğine şüphe yok. Kremlin, ittifak içinde oluşan çatlaklardan sızarak, güven bunalımı yaşayan Avrupalı devletleri kendi yanına çekmeye çalışıyor.
Trump yönetiminin müttefikleri eleştiren tavrı güvenlik zaafı yaratırken, ABD-Avrupa arasında ortak değerlerin aşınmasından kaynaklı uçurum da giderek derinleşiyor. Ve en az, birincisi kadar kaygı verici.
Trump yönetiminin demokrasi ve insan hakları kriterlerini arka plana atan pragmatik dış politika çizgisi, BM gibi uluslararası kurumlara şüpheci yaklaşımı ve ekonomik korumacılığı savunması, ABD eliyle kurulmuş olan liberal demokratik düzenle doğrudan çelişiyor.
Bu bağlamda, Merkel’in çıkışının arkasında Trump’ın Almanya’yı hedef alan açıklamaların da payı var, muhakkak. Trump, Almanya ile ticaretin 64 milyar dolarlık açık vermesinden duyduğu rahatsızlığı, Alman arabalarının ABD’de satışına yüzde 35’lik ek vergi koyacağını söyleyerek dile getirmişti. Brüksel’de ise yine Almanya’nın Euro-dolar paritesinden yararlanarak ABD ile ticaretten haksız kazanç elde ettiğinden şikâyet eden Trump’ın “Almanlar kötü, çok kötü!” şeklindeki ifadeleri Bild’e manşet oldu.
Kendi ülkesinin çıkarlarını korumaya çalışan bir lider görüntüsü verse de ABD’nin dünya siyasetindeki liberal demokratik düzenin kurucusu ve savunucusu rolü düşünüldüğünde, bu düzenin taşıyıcı kurumları ve temsil ettiği değerler karşısında aldığı tavrın, uzun vadede etkileri olacağı açık.
Arka plandaki gelişmeler ışığında, Türkiye jeopolitik konumu ve etkin savunma gücü ile AB için göz ardı edilmemesi gereken bir müttefik olarak öne çıkıyor. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın Brüksel’deki temasları sonucunda kararlaştırılan 12 aylık yol haritası şekillenirken, AB’nin Türkiye’yi yalnızca savunma hattında ileri karakol veya mültecilerin bekleme noktası olarak görmek yerine daha geniş bir perspektiften yaklaşması, ve tarafların üzerlerine düşeni yaparak, Türkiye’yi Avrupa’ya entegre edecek adımların atılması, uzun vadede her iki tarafın da çıkarına olacaktır.