Marshmallow deneyi olarak bilinen ve son birkaç yılda keşfedilip popülerlik kazanan psikoloji deneyinde çocuğun kendini kontrol becerisinin gelişimi incelenir. Kendini kontrol becerisinin ölçütü önüne konan marshmallow şekerlemesini hemen yememesidir. Çocuğa bu bekleme/kontrolü başarması karşılığında ikinci bir marshmallow verileceği vaat edilir, vaat de tutulur. Kendini kontrol edemeyip marshmallowu yutanlar ise ikinciyi alamadan test odasından ayrılırlar.
Kendini kontrol edip ikinci marshmallowu elde etmeyi başaran çocukların uzun vadede (30 yıl?) daha kazançlı, daha mutlu ve daha iyi okumuş olduklarını gösteren bu çalışmaya ilişkin kafamızda doğan sorulardan birisi toplumsal ortamın nasıl olduğu ile bu davranış arasındaki bağlantı. Örneğin, yarın ne olacağına ilişkin en ufak bir fikrinizin olmadığı, karamsarlığın ağır bastığı, güven ve güvenlik duygusunun olmadığı koşullarda ‘kendini kontrol’ nasıl ölçülecek? Kendini kontrol etmenin manasının olmadığı, hatta zararlı olduğu bir durum olamaz mı? Zararı nasıl tanımlayacağız?
***
Bu soruları kafamda evirip çevirirken bir arkadaşım geçen pazar yaşadığı olayı anlattı. Sıradan ama üstüne düşündüğümde sarsıcı bir olay.
Arkadaşım Selim üst-sınıf nizamiyeli sitelerden oluşma İstanbul banliyösünde oturan hali vakti yerinde bir adamdır. Pazar sabahı her zamanki gibi simit poğaça satan pasta fırınında sırasını beklerken, bir yandan da kaç poğaça, kaç simit alacağının hesabını yapıyordu. Kapıdan içeri dalan adam Selim’in ve onun önündeki üç kişinin önüne geçip, kasadaki kıza ‘iki poğaça’ dediğinde bir an hemen atılıp ‘bir dakika’ demek içinden geldi. Kasadaki kız, adama kuyruğu gösterip, bekleyebilir misiniz, deyince rahatladı. Adam, ‘iki tane poğaça verecen, uzatma ver şunları da gideyim’ diyerek tekrar gerilimi yükseltince, adamın boyunu posunu tartmaya başladı. Kavgacı birisi değildi. Boyu iki metreye yakındı, ama kuvvetli sayılmazdı. Adamı içinden indiği sokakları herkese dar edecek büyüklükteki arabasından bu yana gözleriyle bir yandan takip etmiş olduğunu fark etti. Zihninin bir yanı adeta böyle bir olayı beklemekteydi. ‘Adam’ Selim’e göre ufak tefek kalsa da, korkutucu bir yanı vardı. Gömleğinin rengi, designer jeani, boynundaki gösterişli altın zinciri, bakımlı yüzüne uymayan ürkütmeye talimli suratı ile ‘uzak dur’ diyen bir adam. Selim vitrin penceresinden dışarı bakmaya başladı. Kasadaki kız, ‘ama kuyruktakilerden iki tane alacak olanlar vardır belki’ diye yüreklice devam etti. Kuyrukta en ön sıradaki iki kadın konuşmaya devam ettiler. Selim’in önündeki adam ona doğru baktı; ikisi de sessiz bir anlaşmayla sessiz kaldılar.
‘Adam’ kabalığını başka yazılamaz kelimelerle sürdürdü, poğaçalarını aldı, kapıyı çarpıp çıktı gitti. Kasadaki kız kuyruktakilerin haklarını korumakla yanlış yapıp yapmadığını düşünmeye başladı. Selim terlemiş olduğunu fark etti. Uzun boyu ile her zaman hafif kamburunu çıkartarak durma alışkanlığı vardı. Ama bu sefer kendini iyice iki büklüm hissetti. İki simit, iki poğaçasını aldı. ‘Simite bizim orada gevrek denir’, diyerek kasadaki kızın moralini düzeltme amaçlı bir espri yapmaya kalkıştı. Suratı asık eve döndüğünde konuyu unutmuştu. Bütün gün yerinden kalkamamasını hafta içindeki iş yolculuklarına, bir gün önceki yönetim kurulu toplantısındaki gerginliğe bağladı.
***
Başkalarının kendilerine tanımladıkları ayrıcalıklarını bize zorla kabul ettirebildiği durumlarda sadece bedenimiz değil ruhumuz da iki büklüm olur. ‘Ezik’ pozisyonda ve ‘başı eğik’ kaldığımızda hormon düzeyleri ölçülebilse, kortizol ‘tavan’ yapmış olur. Kortizol tehlikeli ve korkutucu durumlarda düzeyi arttıkça başta bellek altyapısını oluşturan hipokampus olmak üzere beyindeki nöronları öldürmeye başlar.
Selim’in boynunu eğdiren ‘adam’ın sosyal statüsü başka ortamlarda Selim’den düşüktü belki, ama simit kuyruğunda onu bastırışı ile en azından o an için (kortizol ile karşıt etkiler gösteren) testosteron düzeyi epeyce yukarı fırlamıştı ve bir süre daha oralarda kalacaktı. ‘Adam’ testosteron düzeyi düşer gibi olduğunda, bir yolunu bulup yükseltmeye alışkın gibiydi: yavaş gittiğini düşündüğü bir otomobili (hele sürücüsü kadın ise) sıkıştırmaya ya da trafikte herkes durmaktayken onun geçmeye kendisini ‘hakkı olduğu’ için testosteronunu yükseltecek fırsatlar bitmeyecekti.
Statü, ortamdaki düzen gereği son sözü söyleyene, başkalarını susturana ve sindirene veriliyorsa, o zaman ‘kortizolü yüksekler’ (boynu bükük, ezik, altta kalan, ses çıkaramayan, pısırık) daha da arka plana çekiliyor. Kendini allayıp pullayıp iyi satanlar, başkalarını sindirenler, başkasının ürününü kopya edenler ön plana geçer. Bu davranışları içimizde hiç yapmamış olanlar azınlıkta olabilir, burada kast ettiğim bu davranış tarzını sistematik olarak ve hep yapanlar.
***
Ortamın davranışlar üzerine algısını inceleyen bir başka araştırmacı (C Kidd, U Rochester) kendini kontrol deneyini bu sefer sözlerin tutulmayabileceği algısı yaratacak bir deneysel tasarımda tekrarlar. Sözlerin tutulduğu ‘güvenilir’ ortamdaki 12 dakikalık marshmallow’u yemeden bekleyebilme süresi ortam güvenilmezleştikçe üç dakikaya iner. Gelecek hissini yok eden bir düzende, hayatta kalma telaşı insanca var olmanın önüne geçtiğinde, kuyruğu dik tutmak ve başkalarına zarar vermekte bir sakınca görmemek başat yaşam biçimi oluveriyor.
Peki, simit fırınında Selim’in ve diğer üç kişinin önüne geçmeyi kendine hak bilen ‘adam’ nasıl bir çocuktu? Ona bu ‘hak bilmeyi’ kim verdi? Onun poğaçasının daha önemli olduğunu, sıra beklemenin ezikler için geçerli bir yaşam tarzına ait olduğunu kim öğretti? Hiç gelmeyen sıralar, tutulmayan sözler, gerçekleşmeyen vaatler çoğunluktaysa, ‘adam’ın ekolojik uyumu (‘hayat başarısı’) Selim’inkinden daha yüksek değil mi?