Yahudi tarihinde önemli bir yere sahip olan Kral David (Hz. Davut ) tarafından, bugünden üç bin yıl önce, krallığının başkenti olarak ilan edilen Yeruşalayim’in (=Kudüs) Yahudi kimliğinden şüphe etmek, suyun iki hidrojen ve bir oksijen atomundan oluşan bir molekül olduğundan şüphe etmek gibi bir şey.
Tarihi boyunca, Babil Kralı Nabukadnezar orduları tarafından olsun, Romalı komutan Titus orduları tarafından olsun yakılıp yıkılan kentteki Yahudi nüfusunun, o zamanlardan bu zamana hiç yok olmadığı da bir gerçek… Bu, daha sonraları, Emeviler zamanında da, Abbasiler zamanında da böyle oldu… Haçlı Seferlerinin bölgeyi kasıp kavurduğu, Selahaddin Eyyubi’nin saldırılara karşı zaferler kazandığı zamanlarda da, arada kısa süreli bir Hıristiyan krallığın egemen olduğu zamanlarda da; Memluk zamanında da, dört yüz yıl sürmüş Osmanlı zamanında da, Yeruşalayim’de, az veya çok hep bir Yahudi varlığı oldu.
İki bin yıla varan diaspora döneminde, kentte yaşayan Yahudiler, çöller ve dağlarla çevrili Yeruşalayim’de, geçmiş ile gelecek arasında bir köprü oluşturmuşlar, Ağlama Duvarının eteğinde, hayatlarının anlamı olan duaları ile, Bene İsrael’in kutsal şehrine dönmesi için yakarmışlardır.
Bu durum elbette kentin, diğer semavi dinler açısından kutsiyetinin göz ardı edilmesine neden değil. Zaten kimse de bunu inkâr etmiyor. Gelin görün ki, başta UNESCO olmak üzere Birleşmiş Milletlere bağlı birçok kuruluş, zaman zaman aldıkları kararlarla, eşyanın tabiatına aykırı bir şekilde, Yeruşalayim’in Yahudi kimliğini, bırakın tartışmaya açmayı, yok sayıyorlar.
Hal böyle olunca, konunun, çıkış noktası bir toprak sorunu olan İsrail – Filistin çatışmasından, bir Yahudi – Müslüman çatışmasına devşirilmesine, olayların tehlikeli sulara çekilmesine zemin hazırlanmış oluyor. Oysa havasıyla suyuyla insanı avuçları içine alan Yeruşalayim / Kudüs, böylesi olası bir kavganın öznesi olmayı hak etmiyor.
Benzer şekilde, çok değil birkaç hafta önce, Hebron’un da (El Halil) Yahudi kimliği UNESCO tarafından ret ediliyor ve kent Filistin dünya mirası olarak kabul ediliyor. Oysa tarihi MÖ 3000 yılına dayanan Hebron’da, Abraham, Yitshak, Yaakov ile Sara, Rebeka, Raşel: Bene İsrael’in ataları yatıyor. Oysa Arapların Yahudilere karşı giriştiği 1929 katliamına kadar burada her iki toplum da bir arada yaşıyor.
Gelelim son olaylara… Elbette, kutsal yerlerin ibadete açık kalması, inananların, inançlarının gereğini yerine getirirken hiçbir engelle karşılaşmaması, titizlikle uyulması gereken doğal bir haktır ve asla bir lütuf olamaz. Ancak kutsiyet atfedilen ve uğrunda ölümün göze alındığı mekânların, insanlara zarar verecek düşüncelerle ve aletlerle kirletilmemesi, siyasetin çetrefilli hallerine kurban edilmemesi de, o denli doğal olmalı ve tartışmaya dahi açılmamalıdır.
Yüzyılın ilk çeyreğini devirmeye doğru koşar adım gittiğimiz günümüzde, olup bitenin, basın yayın kuruluşları tarafından tüm yalınlığı ile servis edilmemesi, bazı sebep – sonuç ilişkilerinin oluşturulamamasına hizmet etmekte, bu durum da sağduyulu değerlendirmelerin yapılamamasına neden olmaktadır. Konu, kimin haklı kimin haksız olduğu ile ya da İsrail’in veya Filistin’in politikalarını tartışmak ile değil, insanların inançları üzerine ipotek koymak ile ilgilidir. Konu İsrail – Filistin sorununu dini bir boyuta taşımakla ilgilidir ki, böylesi bir girişimin nerede duracağını kestirmek mümkün değildir. Bırakın dile getirmeyi, hiçbir şekilde düşünülmemesi gerekenlerin tehditkâr bir şekilde haykırılmasının kimseye faydası olmayacaktır, kuşkusuz…
Son bir söz olarak, unutulmamalıdır ki gündelik terör olayları yüzünden yaşantımızın olmazsa olmazı güvenlik, yüksek maliyeti bir yana, bir yanda insan hayatını kurtarmaya yönelik, öte yandan insan onurunu rencide eden bir unsur olarak devleşmeye devam edecek gibi. Genelde dünyanın dört bir yanına dağılmış Yahudi toplumları ve özelde bizler, Türk vatandaşı Yahudiler ve dostlarımız, 1986 Neve Şalom baskınından bu yana, sinagoglarımıza, güvenlik kapılarından geçerek giriyoruz. Bu arada, güvenlik sorununu günümüz insanın başına musallat edenleri de unutmamakta fayda var…