Bu yıl Altı Gün Savaşlarının 50. yıldönümü olması sebebiyle bu savaşın günümüze etkilerini ve mirasını değerlendirmekte fayda var. 5-10 Haziran 1967 tarihleri arasında gerçekleşen Altı Gün Savaşının hemen öncesinde İsrailliler endişeli bir bekleyiş içinde yok olma korkusu yaşamalarına rağmen, savaş İsrail’in şaşırtıcı bir başarısıyla sonuçlanmış ve İsrail, Ürdün’den Doğu Kudüs ve Batı Şeria’yı, Suriye’den Golan Tepelerini ve Mısır’dan Sina Yarımadası ve Gazze Şeridini almıştır. Bu savaşın sonucu olarak işgal altındaki topraklar meselesi ortaya çıkmış ve Filistin topraklarının tamamı İsrail kontrolüne geçmiştir. İsrail, bu savaşta ele geçirdiği topraklardan Sina Yarımadasını, Mısır ile 1978 yılında vardığı Camp David mutabakatı ve 1979 yılındaki barış antlaşmasının sonucu olarak tedrici bir şekilde 1982 yılına kadar tahliye etmiştir. Ayrıca 2005 yılında İsrail Gazze Şeridini tek taraflı olarak, yani Filistinlilerle bir müzakere olmadan, boşaltmış, aynı zamanda hem Sina hem de Gazze’de yaşayan yerleşimcileri bazen zor da kullanarak İsrail’e dönmek zorunda bırakmıştır.
Doğu Kudüs, Batı Şeria ve Golan Tepelerine gelince bu toprakların İsrail açısından önemi farklıdır. İsrail halkının büyük çoğunluğu başkentlerinin birleşik Kudüs olarak kalması arzusunu benimsemiştir. Kudüs, İsrail kurulduğundan beri başkent olarak tanımlanmış, 1967 yılında Ürdün kontrolündeki Doğu Kudüs’ü eline geçiren İsrail, bu şehrin belediye sınırlarını genişletmiş ve 1980 Kudüs yasasıyla bu fiili durum yani başkent olma statüsünü tüm dünyaya ilan etmiştir. Dolayısıyla, Kudüs 1980 yılında başkent ilan edilmemiş, aslında en baştan beri başkent olarak tanımlanmış, 1967 yılında fiilen şehir birleştirilmiş diğer bir deyişle Doğu Kudüs bu tarihte ilhak edilmiştir. Ancak, günümüzde dünyada hiçbir ülke Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak kabul etmemekte, dolayısıyla büyükelçiliklerini Tel Aviv’de tutmaya devam etmektedirler.
İsrail’de Kudüs’ün bölünmemesi gerektiğine dair ulusal bir mutabakat olsa da dış mahallelerinde bir Filistin varlığını tanıyabileceklerine dair bir kabullenme 1990’lı yıllarda İsrail hükümetince kısmen de olsa kabul edilmiştir. Şöyle ki, şehrin hemen dışındaki Abu Dis’e Kudüs (el-Kuds) ismi verilerek kurulacak Filistin devletinin burada başkent olarak temsil edilebileceği müzakerelerde görüşülmüştür. Şehrin kuzeyinde Arapların çoğunlukta olduğu Şuafat gibi mahallelerin de Filistin siyasi kontrolüne geçebileceği müzakere edilmiştir. Ancak Kudüs denildiği zaman asıl büyük meselenin şehrin surlar içindeki kısmı (Eski Şehir: İr Atika: Old City) olduğuna şüphe yoktur. Mescid-i Aksa, Ağlama Duvarı (Kotel) ve Kıyamet veya Kutsal Kabir Kilisesi (Church of Holy Sepulcher) hep bu eski şehrin içindedir ki, burada İsrailliler ile Filistinliler arasında egemenliğin nasıl paylaşılacağı aralarındaki en önemli meseledir.
Bunun dışında Golan Tepeleri 1981 yılında İsrail topraklarına ilhak edilmiştir. Batı Şeria ise ileride kurulacak Filistin devletinin toprakları olarak düşünülmüştür. Esasen, hem Filistinliler hem de uluslararası toplum Batı Şeria’yı bu şekilde algılamaktadır. Ancak özellikle İsrail sağı, burayı Yehuda ve Şomron (Judea and Samaria) olarak tanımlayıp, İsrail vatanının ayrılmaz bir parçası olarak tasvir etmektedir. Tevrat’ta geçen hikâyelerin birçoğunun bu topraklarda geçiyor olması bölgenin tahliyesinin milliyetçi-dindar kesimlerce kabul edilemez olarak tanımlanmasını beraberinde getirmiştir. Bu bölgede kurulan İsrail yerleşimlerinde yaşayan insanların sayısının yarım milyonu geçmiş olması da artık buralardan tamamen çıkmanın İsrail açısından mümkün olmadığını göstermektedir. Buna ilaveten bölgenin stratejik derinlik sağladığı da hatırda tutulmalıdır.
Ancak AB’nin etiketleme kararında da görüldüğü üzere Avrupa, Batı Şeria’yı İsrail toprağı olarak görmemektedir, dolayısıyla Batı Şeria’da üretilen malların veya yetiştirilen ürünlerin üzerine “İsrail Malı” yazılmasını kabul etmemektedirler. Her ne kadar İsrail bu toprakları ilhak etmemiş olsa da 1967 sınırları birçok İsraillinin zihninde artık mevcut olmayıp tedrici bir ilhak (creeping annexation) sürecinden bahsedebiliriz.
Altı Gün Savaşının ellinci yıldönümünde artan miktarda İsraillilerin önemli bir kısmı bu toprakları İsrail vatanının bir parçası olduğunu düşünmekte ve fiili durumu kanıksarken, özellikle sol kesimden bu toprakları ziyaret etmekten kaçınan kesimler bile olduğunu bilmekte fayda vardır. Birleşmiş Milletlerin 242 sayılı kararında ruhunu bulan ‘barış karşılığı toprak’ formülünün dünyadaki önemli aktörlerce kabul edildiği akılda tutulmalıdır. Ancak Tel Aviv Üniversitesinden iki akademisyenin yaptığı bir araştırmaya göre İsrail toplumunun ancak yüzde 30’u Batı Şeria’yı işgal altındaki topraklar olarak görmektedir. Dolayısıyla toplumun büyük çoğunluğu artık 1967 öncesi ve sonrası topraklar arasında ayrım yapmamaktadır. Fakat ABD dahil bütün büyük devletler, BM ve AB gibi uluslararası kuruluşlar bu toprakları işgal altındaki topraklar olarak tanımlamakta, bu da İsrail’in algısı ile ciddi bir çelişki arz etmektedir. Sonuç olarak bu durumun, İsrail’i dünyadan siyasi olarak uzaklaştıran ciddi bir sorun olarak ortada durduğu teslim edilmelidir.