Tekliğin bizzat kendisi diktatöryendir. Tek Tanrıyla başlar. İlk korku, ilk boyun eğişlerin beslendiği şah damarıdır. Tekliği sunan dünyanın cehennemi de budur. Ve tek olma mücadelesi veren inançlar üzerine yerleşen diktatörler de, tek tanrımız olma yolunda kendi mücadelelerini verir. İlişkilerde bile herkes birbirinin teki olmaya çalışırken kendi dünyalarının küçük tanrılar olurlar. Tanrıcılık oynamak özellikle bu yüzyılda henüz teşhis edilmemiş en büyük psikolojik hastalıktır. Kim sorusuyla başlar aslında ne olması gerektiği yanılgısından uzaklaşmak düşünülmez. Kim, olması gereken, demokrasinin tanımı gibi tekliğin çatısına gömülen zalim kurallar da kelimelerin arkasına gizlenir. Hâlbuki hepsinin götürdüğü durak aynı yerdir! Teklik dünyası ve çeşitlerin var olamadığı renksizliğin sınırları çizilir. Siyah beyazlaşan dünyada artık herkes kendi doğrusunu bile akıl almaz bir şekilde tek doğruda buluşturmaya çalışıyor. Oysa bakış açısı denen çeşitliğin filizlendiği zamanlar da vardı. Belki de hiç olmadı!
Doğduğumuzdan itibaren bize isim veren anne ve babamız, sistemin içerisinde ayırt edilebilmeyi sağlayan kalıplar ve yaşamak için seçilen mecburi meslekler dahil hepsi tekliğin birer parçası. Bu dünyada kimse özgür ve özgün değil. Henüz olmuş mudur? Bundan hala emin değilim. Farklı söylemleri olan insanlar vardı. Zaten farklı kelimesinden anlayacağınız üzere başlarına gelmeyen kalmadı. Özgünleşmenin üst bir basamak olduğunu varsayarsak oraya kadar ulaşmaları sanırım mümkün olamadı.
Bugün tartıştığımız konuların hepsi, belli kitlelerin zaman içerisinde değişen doğrularına göre omurgalaşıyor. Dolayısıyla neyi, hangi zamana göre niçin savunduğunuzu gerçekten biliyor musunuz? Örneğin ne için yaşadığını, hayat denen yerden neye göre zevk alıp almadığını, sadece anı yaşadığını söyleyebilecek kaç kişi var? Oralar bile tek tipleştirilmiş vaziyette. Kişisel ve ruhsal gelişime ermen için belli gettolardan geçmen gerekiyor. Gettodan kastım yerleşim merkezi olarak değil. Aksine belli grup insanın arasında birileri tarafından uydurulan bir dizi saçma ritüelin parçası olman lazım. Her ne yapmak istersen iste; şuraya başvurmak, bunu okumak, belli kurumlardan izin almak, şöyle bir fiyat ödemek zorundasın. Kısacası muhakkak bir bedel ödemek zorundasın. İnsan istediği yaşamı yaratmak için sahiden bedel ödemek zorunda mıdır? Yani hayaline giden yollar, taşla örülmüş engebeli dağlı yollar mı olmalı? Biz akarsuda yüzerken aslında bir dalga bizi oraya taşısa olmaz mıydı? Hiç emek vermeden kolay yoldan zengin olmak isteyen yahut bir çırpıda başarılı olmak isteyen hesevkarlardan bahsetmiyorum. Ama bir de şu açıdan düşünelim, belki de o kadar kolay olsaydı heves eden de olmayacaktı! En azından günden güne azalacaktı. Başka arayışların peşine takılacaklardı. Oysa şimdi zorlu yolları aştıkları ve ağır bedeller ödendiği için bulundukları yerleri işgal etmeye devam ediyorlar. Zor elde edilip bedel ödeyenlerin dünyasında kimse tutunduğu dalı bırakmıyor. Ama gizli gizli nefret besliyorlar kendilerine, olduğu yerde ve içten içe kendi öfkeleriyle boğuşuyorlar. O yüzden sokaklar bu kadar kızgın, bu derece mutsuz! İnsanlar artık dışarıda değil kendi içlerinde gettolaşıyor. Nefretinden kaçıp pozitife odaklandığını sandığı yerde diğer yarısını da kendi içine tıkıyor. Bir nevi kendi kendisini hapsediyor. Ömrünüzden kaç diktatör geçti bir düşünün?
Sayısını hatırlamayacaksınız. Size ne yapmanız gerektiğini söyleyen herkes! Nasıl yapmanız gerektiği konusunda etrafınızı katı kurallarla çevreleyenler ve sırf sevgi adına sizi köleye dönüştürenler, aşık olduğun için mutlaka başına gelmesi gerekenler gibi eşi benzeri olmayan örnekler sayabilirim. Aksiyonun karşılığı bedel ödemek olarak sanılan realitemizde herkes senin de bedel ödeme sıranın gelmesi için adeta pusuda bekliyor. Hah o da bedel ödedi artık rahatlayabiliriz! kötücüllüğüne sahip olmak diktatörün yüreğinden beslenmektir. Bunu elbette kabul etmiyorlar.
Bir yeteneğin varsa vasatlık tarafından ağır bedellerle cezalandırılırsın. Yüreğinde kocaman sevgin varsa lime lime koparılmak üzere dilek taşına çevrilirsin. Modern türbeye dönüşürsün.
Diktatörler bir günde gelmez, diktatörlük ise asla bir günde inşa edilmez. Diktatörlük, kendini tekliğe sığdırmaya çalışan çoğul kitlenin, teklere uyguladığı her türlü şiddettir. Çokların, biricikleri yediği de denilebilir. Diktatör ise asla tek kişi değil, çoğulun tek başına verdiği bir kurbandır sadece…
Dikkat ömrünüzden diktatörler geçiyor.