Kabuk bağlamış dünyanın kendisidir bizzat. Ona büyümek diyorlar lakin rüyadan uyandığında başlıyor, hayat. Ne kadar çok hatırlarsan, o kadar çok rüya içinde başka rüyalar görüyorsun. İnsan, ilk kendi rüyalarına ait olduğunu anlıyor. Aidiyet kemerini bulana kadar!
Bekaret kemeri gibi bir şeyden bahsetmiyorum. Bazıları için bakireliğe verildiği önem kadar değeri olmayabilir. Çoğunlukla yuvayla, evle, vatanla bütünleştirilir, aidiyet. Oysa en büyüğü arkadaşlık, dostluk olduğu unutulur gider. Bir karı koca değildir, aidiyet. Aslen sevgimizin elinden tuttuğu yegane sebeptir. Sizi sıkı sıkıya saran ve dolayısıyla bir dolu insana köprü yapan bir arkadaşlıktır. Bu dönemde üzerine çok fazla düşünülmesi gereken, kimyasıyla oy-nanmış ayrıca toplumsal meselemizdir.
Adı Cem Lokmanhekim’di. Mersin’de başladığı, bazen renkli bazen ise siyah beyaz olan hayatı İstanbul’da asıl renklerini bulmuştu. Nişantaşı’nın göbeğinde ışıl ışıl parladı. Çekirdeğin hevesle bağrına basmadığına, koca şehir kollarını açtı. Babası kuyumcuydu, işin zanaatini ondan öğrendi. Fakat bayrağı çok daha ileri taşıyarak, tasarımlarıyla takıların özgün sanatçısı oldu. Nişantaşı’nın en merkezi köşelerinden birindeki dükkanı yıllara meydan okudu. Ama sadece bir satış mağazası olmadı, Cem Lokmanhekim, aidiyetti. Cem’in tatlı sohbeti, güler yüzüyle buluşma köşesiydi. En güzel haliyle, farklı insanlar ve farklı hikayelerle bir araya gelmenin merkeziydi.
Cem’in yanında kaç kadının/adamın hayatına şahit olduğuma şaşarsınız. Onlar da benimkine… İyisiyle ya da kötüsüyle, böyle şeyler sahiden var mı, diye parmak ısırtan türden yaşanmışlıklar... Birbirinden siyah ve beyaz kadar farklı insanlarla kurduğu arkadaşlıkları hayrete düşürürdü, Cem’in. Her telden çalanları bir araya getirmesi ayrıcalıklı bir sanattı. Gerektiği gibi değil, olduğu gibi bakmayı becerenlerin sanatına sahipti. Cem’in arkadaş profilini yan yana dizelim desem şaşırırsınız, konuşacak ne buluyorsunuz diye... Öyle tuhaf bir kulübe üye olmak gibiydi dostluğu. Renklerini her tarafa aktaran ve etrafındaki herkesin hayatına dokunan bir aidiyetti, Cem.
Ben bu yazıyı yazarken Cem, baba toprağı Mersin’e döndü. Köklerine taze bir çiçek gibi bıraktılar onu. 20 Ağustos 2017 Pazar günü 20.30 sularında hayata veda etti. Senelerdir tedavi gördüğü kanserle güreşiyordu. Bir o galip geli-yordu bir kanser. Aralarındaki mücadele hiç bitmedi. Fakat son bir yıldır kanser epey öndeydi. Son aylarda ise gözümüzün önünde eriyip giden Cem oldu. Aidiyet avuçlarının arasından kayınca, insan kendi içinden de taşınıyor. Ya-kın arkadaşın vesilesiyle merhaba diyen ölüme bakıyorsun. O da herkese, ‘hepiniz aslında bana aitsiniz’ der gibi….
Cem, pazar günü öldüğünü duyunca, içimde oluşan çukurlar ve engebelerin arasında bulmaya çalıştım, seni. Garipti ruh halim. Gözyaşlarımdan bahsetmek hafif olur. Bir an büyük bir rahatlama hissettim, kurtulduğuna inanıp, ama öteki an koca bir boşluk doğdu. Ve ben bu duyguların hem altında hem de üstünde kaldım.
Cenaze namazın Teşvike Camii’nde kılındı. Sen de oradan veda etmek istiyordun, Nişantaşı senin evindi. Tabutunun yanına gidince gerçek, bir an tokat gibi yüzüme çarptı, dondum. Ama sonraki an bir rüyaya dalıp o tabutun içinde sen yokmuşsun sandım. Bir yabancının cenazesindeydim sanki. Hatta birazdan sana uğrayıp olanları anlatacaktım. Canan tabutun başından hiç ayrılmak istemedi. Hastane dahil son anlarına kadar hiç bırakmadı seni. Alev sensizliği çok yadırgadı. Aylin senin ameliyat olamayışına hala içerliyordu. Rasim sudan çıkmış balık gibiydi. Özge bütün takıla-rını takmış tabutunun başında dua ediyordu. Annen ise hiç ayağa kalkamadı. Herkesin gözlerinde gidişin yadırgandı, Cem.
Caminin içinden geçen bir teyze, tıklım tıklım genç kalabalığı görünce böyle genç ölüm olur mu diye isyan etti. Bizim gibi… Ölümün yaşı sorulmaz elbet ama giden genç, uğurlayanları da genç olunca kabullenemeyen çok oldu. Canım arkadaşım, namazın kılınırken musalla taşında belki ebedi uykundaydın belki de oradan seyredip, bizi hem inceliyor hem de gülümsüyordun.. Ama biz sana bakarken dua etmekten başka ne yapacağımızı bilemedik. Bil ki, sevdiğin herkes sana veda etmeye geldi. Lakin gidişinle aidiyet adresini yitirdi.
Tek aidiyetin bize bıraktığın miras yani yaşanmışlık olduğunu anlayana kadar ve iyi ki seni tanıdım diyene kadar… En mühimi, aidiyetin sevgiden başka bir şey olmadığını görene kadar…