Geçtiğimiz günlerde Gatestone Enstitüsü tarafından yayınlanan Giulio Meotti imzalı bir incelemede, yüzyılın ortalarında dünyanın demografik yapısında ciddi değişiklikler olacağı anlatılıyor.
Yazıya göre, Japon Milli Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü son raporunda küçük yerleşimlerin üçte bir ila yarı yarıya nüfus kaybedeceğini, 15 sene içinde atıl yerleşim birimi sayısının 20 milyona ulaşacağını öngörüyor. Japonya yaşlanan nüfus ve doğum oranlarının düşük seyretmesinden dolayı bir süredir yaşadığı bu sıkıntıyı kendi olanakları ile aşmaya çalışıyor. Genç nüfus eksikliğinden birçok ilkokulun kapandığı ve yaşlılara hizmet edecek şekilde yeniden organize edildiği ülkede, bu genç nüfus boşluğu nasıl doldurulacak? Uzun süredir cari fazlalık veren ekonomi, geleceğini nasıl garanti altına alacak? Birçok romancı bu konudan güzel bir eser çıkarır… Gelin görün ki burada söz konusu olan Japonya, dünyanın en yaşlı ve sosyal anlamda en steril ülkesi… Popüler bir deyişle ‘hayalet bir uygarlık…’
Demografi uzmanları arasında Avrupa’yı yeni Japonya olarak tanımlama eğilimi var. İngiliz tarihçi Niall Ferguson, Avrupa’nın nüfus anlamında intiharın eşiğine geldiğine işaret ediyor ve bu durumun Kara Veba’dan bu yana görülen en dramatik çöküş olduğunu iddia ediyor. Eski kıtanın kendisini gittikçe ‘nüfussuzlaştırdığı’ ve bundan doğan boşluğun özellikle Ortadoğu ve Afrika kaynaklı bir nüfus tarafından doldurulduğu yönünde rakamsal bilgiler mevcut.
İtalyan düşünce kuruluşu ‘Centro Machiavelli’ 2065 yılına dek birinci ve ikinci nesil göçmenlerin ülkenin nüfusunun yüzde 40’ına erişeceğini (yaklaşık 22 milyon), benzer şekilde Almanya’da da beş yaş altı çocukların yüzde 36’sının göçmen anne-babalara geleceğini ifade ediyor. Araştırmalara göre, geçtiğimiz yıl, göçmen girişleri kayda alınmazsa, Almanya’nın yüzde 18, İtalya’nın yüzde 16 küçüldüğünün altını çizmek gerek. Yine geçtiğimiz yıl, 28 AB ülkesinden 13’ünde doğumdan fazla ölüm kaydedilmiş.
AB’ye göreceli olarak yeni katılmış yeni Avrupa – eski Sovyet bloku – ülkeleri de bu problemden kendilerine düşeni almış durumda. Göçmen alımına kesin engeller koyan bu ülkelerde demografik çöküşün nasıl bir gelecek getireceği tartışma konusu. Öte yandan, terör eylemlerinin hedefi haline gelen eski Avrupa – batı Avrupa – ülkeleri, yakın zamana dek göçmen dostu olan politikalarını sorgulamakla karşı karşıyalar.
Bu anlamda Macar Başbakanı Viktor Orban AB’deki fikir ayrılığını şöyle açıklıyor: “Avrupa’da nüfus yaşlanması ile ilgili iki farklı görüş var: Bunlardan biri sorunu göçmen nüfusa kapı açarak çözme, diğeri - aralarında Macaristan’ın da bulunduğu orta Avrupa ülkelerinin dillendirdiği - sorunu iç kaynaklarla giderme konusunda seferberlik ilan etmek, kendimizi manevi olarak kalkındırmak…” Orban’a göre “burada tartışılması gereken önümüzdeki süreçte Avrupa’nın Avrupalı kalıp kalmayacağıdır.”
Hollandalı parlamenter Geert Wilders Afrika’da da demografik bir patlama yaşandığını, önümüzdeki 30 yıl içinde burada nüfusun bir milyarı aşacağını ifade ediyor. Bu Avrupa’nın toplam nüfusunun iki katından fazla. Elbette ki böylesi bir tablo, kaçınılmaz olarak Avrupa’ya Afrika üzerinden gelecek bir baskının öngörülmesi gerektiğini ifade ediyor. Yalnızca geçen sene 180 bin göçmen yasadışı yollardan Akdeniz’i aşarak Avrupa sahillerini varmışlar. Kapıda bekleyenlerin sayısı ise 3 milyona varmış durumda.
Avrupa’nın içinden geçtiği demografik kriz ve onu bekleyen göçmen akışı, II. Dünya Savaşından bu yana – Soğuk Savaş yılları dahil – karşılaşılan en dramatik duruma işaret ediyor. Bakalım, daha önce Sovyet tanklarının hareketlerine karşı seferber olan Avrupa şimdilerde göçmen sorununa ve belki de bunun bir yansıması olan teröre, güvenlik erozyonuna ne gibi cevaplar verecek?