Başlığı ve resmi görünce, lütfen gülümsemeyin. Gerçekten çok ciddiyim.
Hele biz yaşındaki kişiler için, malum mekânların bazen ne kadar hayati bir önem taşıdıklarını izahtan vareste tutuyorum.
Eskiden sevgili eşim bir lokantanın klasını değerlendirirken ancak malum mekânı gördükten sonra nihai kararını verirdi. Ve her zaman olduğu gibi haklı idi.
Önce bir örnek vereyim: Yıllar yıllar önce, dünyaca ünlü uluslararası bir zincir mağazalarının alım müdürü, kuru üzüm siparişi vermek için İzmir’e ilk defa gelecekti. Artık herkes heyecanla adamı bekliyor ve tesislerini gözden geçirip allayıp pulluyorlardı.
Mr. X tesise geldi, işletme bölümünde çalışan işçileri şöyle bir gözden geçirdikten sonra doğru ‘helalar’a yöneldi. Kapılarını açıp içeri göz attı ve çabucak kapattı. Firma sahibine nazikçe böylesine tuvaletlerin bulunduğu yerlerden temiz mal çıkmasının imkânsız olduğunu söyledikten sonra oradan ayrıldı. Dünyaca ünlü firmaya üzüm satmak hayalimiz suya düşmüştü.
Bugün, ülkemiz dâhil, hemen dünyanın her tarafında, sıhhi, temiz WC bulmak çok normal ve tabii sayılıyor. Sanki eşyanın tabiatına uygun olarak karşılıyoruz. Ancak bu safhaya gelmek kolay olmadı. Çok değişik ve inişli çıkışlı devreler yaşandı.
MÖ 1800’lü yıllarda (yani takriben 4000 yıl evvel), Girit Adasında yaşayan insanlar tarafından kurulan Knossos şehrinin sarayındaki tuvaletlerin neredeyse günümüzdekilerden hiç farkı yokmuş. Bir nevi sifon vasıtasıyla, tüm atıklar su ile derhal temizlenir ve çok etkin bir kanalizasyon sistemi ile epey uzaktaki dere ve nehirlere akıtılırdı. Mekânların da çok süslü mermerlerle kaplı olması da dikkat çekicidir. (Lütfen fotoğrafa bir daha bakın.)
Antik Yunan’da da aynı sistem kullanılmıştı. Tuvaletler umumi hale getirilmiş ve birçok oturağın yan yana dizildiği alanlar tahsis edilmiş. (Bunun bir örneğini Sardes’i gezmiş olanlar görmüştür.) Daha sonra benzer yerler önce zenginlerin ve daha sonra daha orta hallilerin evlerinin içine dahil edilmişti. (Genelde mutfakların yanına inşa edilirmiş ve bu suretle çöplerden kurtulmak daha kolay oluyormuş.)
Orta Çağlara geldiğimizde, hayrettir, özelikle batı Avrupa’da her şey sanki unutulmuş. Asırlar boyunca, ihtiyaçlar neredeyse her yerde; sokaklarda, çayırlarda, dere kenarlarında giderilmeye çalışılmış. Bu yüzden Avrupa büyük salgın hastalıklarla mücadele etmek zorunda kalmış. Evlerde oturaklar kullanılıyormuş ama atıklar sonuçta sokaklara dökülüyormuş. Bunların, evlerden belli bir ücretle toplanmasına uzun süre sonra başlanmış ama doğru dürüst bir kanalizasyon sistemi mevcut olmadığından atıklar sonuçta ya açık alanlara ya da yakındaki dere veya göllere taşınıyormuş.
Çoğumuzun bildiği gibi, bırakın şehirlerde, 1660’lı yıllarda inşa edilen Versailles Sarayında tuvalet yoktu. Oradakiler, kral ve kraliçe dâhil, ihtiyaçlarını oturaklarda giderirlerdi.
O kadar ki kral veya kraliçenin her sabahki ‘ihtiyaç molaları’ belli bir protokole bağlanmıştı. Oturağı getiren kişi asillerden biri idi; kral oturduktan sonra, etrafına devlet erkânının bir kısmını toplar, günün meselelerini tartışırdı. Bazen kral kabız olurmuş. O zaman bu konuşmalar daha uzun sürermiş.
Kral rahatladıktan sonra, mabadını temizlemek büyük bir şerefmiş. Bu işi yapmak için 14. Louis’nin gözüne girmek lazımmış.
Peki, tüm bu pislikler nereye dökülürdü dersiniz? Saray bahçelerinin her tarafına! Bu yüzden sarayda hâkim olan kokularla baş edebilmek için muazzam bir parfüm tüketimi gerekiyormuş.
Kesin çözümlere ulaşmak için 18. hatta 19. asrın ortalarını beklemek gerekiyor. Örneğin Paris’te, 3. Napoleon, Vali Hausmann ile birlikte (1862-1870 arasında) kanalizasyon sistemini olduğu gibi baştan inşa ediyor. Yeni inşa edilen tüm binalara su bağlantısı sağlanıyor ve bu yapıların kanalizasyon sistemine ulaşması temin ediliyor.
Belki inanılması zor ama tüm evlerin tuvalete kavuşması için 1960’lı yılları beklemek gerekmiş. O tarihten itibaren tuvalet mecburi hale getirilmiş. (Kulunuz 1970’te Paris’e ilk seyahatinde kaldığı otelde odada tuvalet yoktu ama bide vardı. “Lütfen dolap içindeki bidede ihtiyaçlarınızı gidermeyin” diyorlardı.)
Sevgili İstanbul’umuza gelince… Kulunuza göre, son 50 yılda bu alanda muazzam bir gelişme sağlandı. Gençliğimizde umumi ‘yüznumara’ bulmak bir meseleydi. Bulduğumuz zaman da girip de ihtiyaç gidermek belli bir cambazlık ve cesaret isterdi. Kokusu da cabası idi.
Günümüzde, sürekli bakımda, hâlâ gerekli özeni göstermekte ihmaller olmakla beraber, (sevgili eşim böyle bir durum gördüğü anda derhal sorumluları haşlamaya devam ediyor) sıhhi tuvaletlere sahip olduğumuzu söyleyebiliriz. Hele belli alanlara belediye tarafından yerleştirilen süper lüks konteyner ‘WC’ler her türlü övgüye layık.
Özetle, umumi sağlığa yönelik ideal bir tesis 4000 yıl önce mevcuttu. Tekrar aynı seviyeye gelebilmek için, binlerce yıl beklendi. Niçin? Neden? Bana göre, üzerinde düşünülmesi gereken husus da budur.
Acaba, üstün bir medeniyet nasıl olur da yok edilir ve insanlık her şeye yeniden başlamak zorunda kalır? Sakin ve sessiz mekânda bunu da düşünün.