Cenazelerin ardından

Dr. Elif ULUĞ Köşe Yazısı 0 yorum
20 Eylül 2017 Çarşamba

Geçen hafta Aysel Tuğluk’un annesinin cenazesine saldırı oldu, naaş defnedildikten sonra çıkarıldı, Ankara’dan Tunceli’ye götürülmek zorunda kalındı. İçim acıdı. Haberlerde HDP’li bir vekilin anlattıklarını görünce hepten fena oldum: “Grup, ‘Burası Sünni mezarlığı, Aleviler buraya defnedilemez’ dediler. Sonra da ‘Burası Türk toprağıdır, Ermeni toprağı değil, bura Ermenileri istemiyoruz.’”

Öncesinde de benzer bir haber vardı, hem de hiç siyasi bir mesele değildi. Babası Hıristiyan, annesi Müslüman olan 8 yaşındaki bir kızcağız, Lara, kanserden hayatını kaybetmiş; cenazesi Feriköy Latin Mezarlığında İslami usullere göre toprağa verilmişti. Buradan sonra annesinin sözleri insana dokunuyordu: “Eşim 4 kuşaktır bu ülkede. Vergimizi veriyoruz, evlenirken bana kırmızı defter veriyor ama eşim Hıristiyan olduğu için Zincirlikuyu Mezarlığına kabul edilmeyecek. Birlikte gömülmemize izin verilmiyor.” Çok şey değil, sevdiği adam ve çocuklarıyla birlikte gömülmek istiyordu bir kadın.

Bir önceki haftaysa Meryem Ana Ermeni Kilisesinde düzenlenen törenden sonra toprağa verilen Kıbrıs gazisi Murat Mihran İşler’in cenazesini görmüştük oysa. Oğullarının nasıl bir vatan sevdalısı olduğunu anlattığı gazimizin cenazesi, askerlerin omuzlarında giriyordu kiliseye: Kim olduğu, kimlerden olduğu değil; bu ülkenin eşit bir vatandaşı olduğu için. Bu ülkenin vatandaşı olduğu için öldüğünde bu ülkenin bayrağına sarılmış, emek verdiği ordunun askerleri tarafından selam durulmuştu Murat Mihran İşler’e.

Bu iki kötü bir de iyi haber, bizim laik bir devlete neden hava kadar, su kadar muhtaç olduğumuzu çok iyi anlatıyor. Bir de bazı gelenekleri yitirirken, yerlerini ne kadar kötü davranışların aldığını. Çok uzak değil, daha dün sayılır, 12 Eylül öncesi de cenazeleri defnetmek çatışma meselesi olabiliyordu. Bu ülkenin zaman zaman harekete geçen bu fay hatları herkesçe biliniyor, şüphesiz Türkiye’nin kurucu liderleri de bunu biliyordu, laikliği bir emniyet supabı olarak görüyorlardı. Dahası, ayrıştırıcı dilin değil birleştirip bütünleştirici bir siyasetin Türkiye’yi daha güçlü bir ülke yapacağının da farkındaydılar. Geçen yazıda bahsettiğim, Edirnekapı Şehitliğinde yatan Alman Yahudisi Bruno Taut’u unutmayalım: Atatürk’ün naaşının konulacağı katafalk için ağır hastayken çalışmış, hayatını kaybettikten sonra da, belki de bir teşekkür olarak, Edirnekapı’ya defnedilmişti. Değil bu memlekete emek veren Taut gibi isimleri veya bu memleketin gayrimüslimlerini bağrına basmak, bu ülkeye karşı açılan savaşta ölenler için bile “Artık bizim evlatlarımız olmuşlardır” diyecek bir vizyon kurdu bu ülkeyi. Bu vizyon genç Cumhuriyet’e dünyada önemli bir yer sağladı, aynı zamanda da içeride huzur.

Dahası, bu memleketin insanlarının toprağın altındakilerle bir derdi, husumeti olmamıştı. Ölülerle didişmek bir yana dursun, sahiplenilir; dinler ve kültürler arasında bir tür geçişlilik söz konusu olurdu. Bizans tarihçisi Steven Runciman’ın aktardığına göre, Suriye’de bir demiryolu yapımı için yapılan kazı sırasında yıkılması gereken bir türbenin, Müslüman halkın karşı çıkmasına rağmen, müteahhidin çabalarıyla taşınması sağlanır. Ancak sonuç herkes için şaşırtıcıdır: Türbenin bulunduğu yerde Müslüman ermişlerden eser yoktur, ama kazı ilerledikçe türbenin altında bir Hıristiyan ermişine ait olduğu düşünülen eşyalar, daha da derindeyse çoktanrılı dinlerden birinin boynuzlu bir tanrısının heykeli ortaya çıkar. Runciman’ın başından geçen bu ilginç kazı olayı, toplumların birbirlerine aktardıkları kültür ve ayinlerin, bu aktarım sırasında hiçbir kesintiye uğramaksızın veya kıskançlığa neden olmaksızın devam edişini açıkça gösteriyor.

Değil “Seninki sana, benimki bana”; aktarımlarla, paylaşımlarla bir ortak kültür yaratılabilmişti. Osmanlı’yı da küçücük bir beylikten imparatorluğa götüren şey, yalnız askeri güç değil; yüzeyde görülmeyen, ancak derine inildikçe fark edilebilen bu gibi detaylardı. İçeride harmoni olmadan devletin devamını sağlamak, dışarıda kendinden farklı insanlarla el sıkışıp ittifaklar kurmadan da ilerlemek çok mümkün değildi: Bizans kökenli komutanlar, sonradan gazi, tekfur kızlarıysa sultanlara eş olacaktı. İster Osmanlı, ister Cumhuriyet tarafından bakın sonuç değişmiyor; bu topraklarda yalnız iyi ve güzel olanın değil, akıllı bir strateji oluşturmanın yolu da birleştirici ve bütünleştirici bir dil tutturabilmekten geçiyor.

Geçmişe referans verilerek bugüne dair bir siyaset oluşturulacaksa, geçmiş işte ortada, açık ve net; at gözlükleri olmadan okunmayı bekliyor. Toprağın kabul ettiğini kabul etmeyerek kavga gürültü çıkarmak, bu ülkenin değerlerine hiç yakışmıyor. Tuğluk’un ve Lara’nın annesinin yaşadıklarını yaşamayı bu ülkede kimse hak etmiyor. Hem ailevi hem de siyasi yeni sıkıntıların önüne geçmek için ilk şart, zaten tabanda var olan hoşgörünün hâkim dil olmasını sağlamak; ikincisiyse son yıllarca iyice hırpalanan laikliğin kadrini kıymetini kavrayıp günlük hayatımızda hepimiz için ne kadar yararlı olduğunu görebilmek. Zira Kıbrıs gazimiz için kilisede düzenlenen tören ve gazimizin çocuklarının söyledikleri hepimize oldukça iyi gelen, güncel bir ders niteliğinde.

 

3 Yorum