Son zamanlarda Paul Klee’nin ‘Angelus Novus’ isimli suluboya çalışması sanat ve düşün tarihi etrafında yeniden konuşulmaya başlandı. Yahudi kökenli ressam Klee’nin savaşın, şiddetin ve Nazizm’in kendisinde bıraktığı acı, şiddet, ölüm ve korkuyu eserlerine taşıması onun tarzının da ekspresyonist, gerçekçi, soyut ve kübist olarak oluşmasına neden olur. En bilinen eserlerinden olan Angelus Novus için Alman düşünür Walter Benjamin, Parıltılar’da, “Klee’nin ‘Angelus Novus’ isimli bir tablosu var. Bakışlarını ayıramadığı bir şeyden sanki uzaklaşıp gitmek üzere olan bir meleği tasvir ediyor: Gözleri fal taşı gibi, ağzı açık, kanatları gerilmiş. Tarihin meleğinin görünüşü de ancak böyle olabilir. Yüzü geçmişe dönük. Bizim bir olaylar zinciri gibi gördüklerimizi, o ayağının ucuna savrulan ve üst üste yıkıntılardan oluşan tek bir felaket olarak görür. Biraz daha kalmak isterdi melek, ölüleri hayata döndürmek, kırık parçaları yeniden birleştirmek... Ama cennetten gelen bir fırtına kanatlarını öyle şiddetli yakalamıştır ki, bir daha kapatamaz onları. Bu fırtına karşı konulmaz bir şekilde meleği, arkasını dönmüş olduğu geleceğe doğru savurmaktadır, önünde kalan yıkıntılar yığını ise göğe doğru yükselmektedir. İşte ilerleme dediğimiz şey, bu fırtınadır” diye bahseder. Sanatçının 1920’de yaptığı bu esere ilk bakışta bu kadar çok anlam atfetmek belki abartı gelebilir, ancak faşist yönetim altında kitlelere uygulanan mezalimin yanında Klee’nin akademideki profesörlük görevinden apar topar uzaklaştırılması, yine müzedeki tüm resimlerinin yozlaşmış bir sanatın ifadesi olarak lanse edilmesi ve toplatılmasıyla bir karşı duruş olarak melek tasvirlerine yönelmesi, tarihsel bir anlamı eserin üzerine giydirir. Klee’nin meleği bugün İsrail Müzesinde yer almakta, ancak yeniden gündeme gelişi fırtınanın gücünü artırdığının bir delili sayılabilir.
Geçen hafta yapılan Almanya seçiminde aşırı sağcı parti AfD, oylarını yüzde 8’den fazla arttırarak yüzde 12,8’e çıkardı ve 99 sandalyeyle parlamentonun en kalabalık üçüncü partisi oldu. Bu sonuç, Almanya’da yaşayan başta Yahudi kökenli Almanlar ve çoğunluğunu Türklerin oluşturduğu Müslümanlar arasında büyük bir endişe yarattı. Merkel Hükümeti’nin de sağ tandanslı olmasıyla birlikte hükümet kurmak için devam eden koalisyon görüşmelerinde AfD’nin anahtar parti olması, aşırı sağcıların Alman politikası üzerinde yeniden söz sahibi olduklarını gösteriyor. Aslında AfD’nin yükselişi bir anda olmadı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra iki ayrı kutba bölünen Alman ulusu, 80’li yılların sonrasında Komünizmin çöküşüyle bir araya geldiklerinde bu radikal oluşumlar sanılanın aksine eski Doğu Avrupa topraklarında filizlenmeye başladı. Bu konuyla ilgili olarak izlemiş olduğum Almanya’nın Tam Ortasında (NSU German History X) mini dizisi kurgusal ancak, bazı dökümante edilmiş gerçeklere dayalı Almanya’nın şu anki görünümünü özetleyen iyi bir dizi. İlk sezonunda eksenine Türkleri yerleştiren ve Enver Şimşek cinayetiyle başlayan seri; olayları kurbanların, katillerin, devletin, çetelerin ve istihbaratın gözünden ayrı ayrı değerlendirerek ilerleyen bir yapıya sahip.
Bundan beş yıl öncesine kadar Avrupa Birliği içerisinde başta İspanya, Yunanistan, Portekiz ve bazı kuzey ülkelerinde filizlenen sol yönetimler günümüzde belki de Ortadoğu’da yaşanan politik iklime bağlı olarak maalesef ağırlıklarını günden güne kaybetmişlerdir. Belki bugün Avrupa Birliği değerlerini ya yeniden sorgulanmalıdır ya da aslında tüm bunlar onun bitme aşamasına geldiğini göstermektedir. Ortaya çıkan boşluk ve terörist girişimler aşırı sağ düşüncenin yeniden iktidarları almasına sebep olmakta. Bunun faturasını geçmişte olduğu gibi egemen söylem tarafından ötekileştirilen herkes; ama en başta din ekseninden yola çıkacak olursak Yahudiler ve Müslümanlar ödeyecektir.
AfD, ilk şokumuz değil; görece sol görüşün egemen olduğu Yunanistan’da Nasyonel Sosyalizm yanlısı Altın Şafak’ın parlamentoya girmesi hepimizin ağzının açık kalmasına neden olmuştu. Balkanların küçük ülkesi Makedonya’da aşırı sağcıların yeniden güçlenmesi, Bulgaristan’da aşırı sağcıların seçimi alamasa bile sayılarının çoğunlukta olması, Hollanda’da Geert Wilders’ın eskisinden daha fazla sözünü dinletecek konuma gelmesi, ayrıca Amerika Birleşik Devletleri’nde Trump’ın başa geçmesiyle birlikte burada da aşırı sağcı unsurların motivasyon ve destek bulması aslında çok da tesadüf değil. Bu ve bunun gibi birçok örnek, aslında Kıta Avrupası içerisinde yeni radikal sağın yükselişine verilebilecek örneklerden. Dilerim, tarih meleğinin önünde daha fazla yıkıntının göğe savrulmasına şahit olmayız, ancak unutmayalım ki bu ortam içerisinde hepimiz o yıkıntının külleri olmaya adayız.