Başlığı görüp hemen Fransa tarihinden bir kesit sunacağımı zannetmeyin. Gündemin ‘sür manşetine’ yerleşmiş, sıcaklığını hâlâ koruyan bir konuya değineceğim.
Biraz geriye gidelim. Yıl 1964. Ünlü şarkıcı France Gall’ın ‘Sacré Charlemagne’ adlı ezgisi süratle dünyaya yayılıyor. İlk mısraları şöyle: “Qui a eu cette idée folle / Un jour d’inventer l’école? / C’est ce sacré Charlemagne”1 (Okulu icat etmek gibi çılgın bir fikri kim bir gün ortaya attı? Bunu yapan ilahi Şarlman.)2
Özellikle bu yıl, okulların açıldığı günden beri, ülkemizde velilerin, talebelerin okul yöneticilerinin, öğretmenlerin ve tüm resmî kurumların yaşadıkları sıkıntıları gazetelerde okudukça, yukarıdaki sözlere hak vermemek elde değil.
Hele bir de TEOG meselesi ortaya çıkınca, oğlum, kızım ne olacak, hangi okula gidecek stresi artık tüm aileleri kemiriyor.
İster istemez hafızamı yoklayarak “Yahu biz nasıl okumuştuk?” diye düşünmeye başladım:
İzmir’de anaokuluna başladım. Karataş Musevi İlkokulu evimizin hemen karşısındaydı. Dolayısıyla ev ve okul benim için aynı mekânın iki ayrı odası gibiydi.
İstanbul’a taşındığımızda 4. ve 5. sınıfları Firuzağa İlkokulunda okudum. O da tam evimizin sağında, 15 metre ilerdeydi. Aynı tempo devam etti.
Daha 4. sınıfta iken St. Michel Lisesine gideceğimi de biliyordum. Amcalarım ve ağabeyim orada okumuşlardı. Benim de oraya gitmem kadar normal bir şey yoktu.
Gelin görün ki ilkokulu bitirdiğim sene aşırı taleplerden dolayı, St. Michel Lisesi bir sınav açmaya karar verir. Ama bundan benim haberim yoktu. İmtihana nasıl girdiğimi ve neler yaptığımı daha evvelki bir yazımda anlatmıştım3. Özetle imtihan olacağımı sadece sınav kapısında öğrendim. Sınıfa girerken babama, “Sözlü mü, yazılı mı olacak?” diye sordum. Bana “yazılı” deyince, bende kalem silgi filan olmadığını söyledim. Çıkarıp dolmakalemini uzattı. Anlayacağınız saman kâğıt üzerindeki soruları mürekkeple cevapladım. Hataları düzeltmek şansım da yoktu. Ama hiç umursamadım. Benim derdim bir an evvel kâğıdı doldurup bahçede top oynayan çocukların yanına koşmaktı.
Neticenin ne olduğunu ne annem ne de babam söyledi. Ben de hiç merak bile etmedim. Sadece on gün kadar sonra babam okula gidip kaydımı yapacağını söyledi.
Biz Cihangir’de oturuyorduk. St. Michel’de sabah en geç 7.45’te olmamız gerekirdi. Nasıl gidiyorduk? Gayet basit; evden Taksim’e kadar yürür oradan Şişli tramvayına biner, Osmanbey durağında inerdik. Duraktan okula yine yürürdük. Dönüşte de aynı yolu takip ederdik. Yağmur olsun, kar olsun hiç fark etmezdi. (O yıllarda İstanbul’un nüfusu bir milyonu yeni geçmişti; bunu not edelim.)
Peki, yemek? O da sorun değildi. Çoğumuz evden sefertası ile getirdiğimiz yemekleri yerdik.
Özetlemek gerekirse yedi yıl süren orta ve lise eğitimimde, annemin bir gün dahi okula gelmediğini, hatta binanın yerini dahi tam olarak bilmediğini ifade etmek isterim. Sadece babam, okul taksitlerini ödemek için ara sıra gelirdi. (O zamanlar ATM gibi tesislerin olmadığını hatırlatırım.)
Hepsi, iyi güzel de bugün ‘eğitim’i tüm tarafları memnun edecek hale nasıl getireceğiz?
Şarlman’dan beri (takriben 1200 yıldır) yeni bir çılgın fikrin ortaya atılmamış olması mümkün mü? Tabii ki hayır.
Örnek olarak ‘Finlandiya Modelini’ ve bu modelde öğretmenin rolü hakkında edindiğim bilgileri paylaşmak istiyorum. Şaşıracağınızı tahmin ediyorum, hatta eğlenebilirsiniz. (Ülke toplam nüfusunun 2016 sayımlarına göre 5,5 milyon olduğunu belirtelim.)
Finlandiya’da öğretmen eğitimin temel direğidir. Master derecesine sahip olmayan kimse öğretmen olamaz. Eğitim fakülteleri de tıp eğitimine denk bir eğitim veriyor. “Öğretim en az insan hayatı kadar önemlidir” algısı yerleştiriliyor.
Öğretmen adayları çok titiz bir şekilde seçiliyor; belli bir zekâ seviyesinden öte, iyi ilişkiler kurabilme, empati yapabilme, çocukların seviyesine inebilme, araştırmacı bir kişiliğe sahip olma gibi kriter ve yetenekler aranıyor.
Bu fakültelerde birinci öncelik, hür ve bağımsız öğretmen yetiştirmek. Çünkü öğretmenler kendi sınıflarının kapasitelerine göre diledikleri müfredatı uygulama hakkına sahipler. O kadar ki, öğretmenlerin üzerinde müfettiş veya denetleme gibi bir baskı mekanizması mevcut değil ve devletin her türlü kontrolü dışındalar.
Tüm bu söylediklerimin tabii neticesi olarak da, öğretmen maaşları ülkede en yüksek ödenekler arasında.
Ya öğrenciler? Fazla uzatmadan şunu söyleyeyim. Ev ödevi yoktur. Öğrenmenin yeri okuldur. 16 yaşına gelinceye kadar da hiçbir sınavdan geçmezler. Talebeler zamanlarının önemli kısmını sınıflarda değil açık alanlarda, ama daima öğretmen veya yardımcısının nezaretinde geçirirler. Öğretmen onların en yetenekli taraflarını araştırıp keşfeder ve o yönde gelişmelerini sağlar.
Sonuç: 2012 yılında Finlandiya, dünyada en iyi eğitim sistemine sahip on ülke arasında birinci geldi. Son yıllarda birinciliğini, Japonya’ya kaptırdı ama hâlâ en iyi on ülke arasında ve batı dünyasında hâlâ birinciliğini muhafaza ediyor.
Ezcümle, eğitimde çok kritik bir dönemden geçmekteyiz. Tüm yetkili ve ilgili taraflar açık fikirle, hür ve özgür bir şekilde, tüm önyargılardan, bağnazlıktan sıyrılarak, tartışarak ve bilhassa acele etmeden bir çözüm bulmak zorundalar.
Tüm lise ve üniversite adayları ailelerine kolaylıklar diliyorum.
1 MS 750 -814- Frank Kralı ve Karolenj Hanedanının ilk ferdi aynı zamanda Kutsal Roma–Germen İmparatorluğunun ilk imparatoru.
2 Bu çok sempatik şarkıyı Google’a Sacré Charlemagne girip dinlemenizi rica ederim. https://g.co/kgs/7PeMRM
3 Şalom, 12 Aralık 2012, ‘Dolmakalem’ başlıklı yazım.