Hepimizin hayat tecrübesi gösterir aslında, hayat sadece istediklerimizi sunmaz bize, onun kendi akış yönü vardır ve önemli olan bu akışa ayak uydurabilmektir biraz da. Tarihi de insanlığın hayat hikâyesine benzetirsek, bu hepimizin hikâyesinden her zaman istediğimizi alamayacağımız bellidir, biz nereye akmasını istersek isteyelim onun akacağı yer kendine göre bellidir. Haliyle önünde ne kadar set çekmeye çalışırsak çalışalım, sonunda kazanan bellidir ve bu durum herkes için mukadderdir.
Yine de kabul etmeyip, belki de edemeyip, hem kendine hem de etrafına zarar verir bazı insanlar. Genel gidişatta birtakım gecikmeler gibi görünebilecek küçük zaferler kazanabilirler de. Ancak bu zaferlerin ömrü genelde pek kısa olur. Bugünlerde Suudi Arabistan’dan gelen haberler de bunu tekrar doğruluyor. Türkiye’de kadınların ne giyip nerede nasıl dolaşabileceğine dair ahkâm kesen bazı aklıevveller türemişken, kötü örnek Suudi Arabistan bile artık düzenin devam edemeyeceğini anladı, önce kadınlara ehliyet alıp araç kullanma hakkı sağlandı, ardından da kadın müftülere de fetva yayınlama yetkisi verildi. Bu kararların ilk akla gelen gerekçesi tabii ki devletin tebaasıyla arasındaki problemlerden birini kaldırması zorunluluğudur. Ama son noktanın konulmasını sağlayan asıl mesele, hayatın zorunluluklarıdır. Kadınların olmadığı bir dünya dün mümkündüyse bile, bugün mümkün değildir; bunu Suudi Arabistan bile artık anlamaya başlamıştır.
Haberde yıllık araç satış sayısının 600 bin olduğu, kadınlara yönelik satışlarla birlikte yüzde 50’lik bir artış beklendiği belirtiliyor. Bu cümle, bugünün tüketime dayalı ekonomisinin getirdiği zorunlulukları açıkça gösteriyor. Kadınların istediklerini yapma, araç kullanma, istediğini giyme gibi haklarını engelleyerek ekonominin en büyük ihtiyacı olan tüketicilerin sayısını azaltmış olursunuz ve tam olarak da bu yüzden, arkaik düşünce biçiminiz günün şartlarıyla çeliştiğinden ayak uyduramaz, hayatın, tarihin akışına yenilirsiniz. Hayatın akışını görüp de ona göre politika üreten yöneticilerdir ülkelerini düze çıkaran. Türkiye’nin bu açıdan Atatürk gibi muhteşem bir şansı oldu, öncesinde Osmanlı İmparatorluğunda da hayatta kalabilmek için yapılanlar arasında kadının hayata katılması vardı. Evet, kadının hayata katılması ülke için de hayat memat meselesiydi.
Osmanlı çağını yakalayabilmek için 19. yüzyılda siyasal, sosyal, ekonomik, hukuki ve düşünsel alanda ortaya çıkan değişimlerle yapısal bir dönüşüm geçirdi ve bundan Osmanlı kadını da etkilendi. Osmanlı kadınının konumu, modernleşmeye paralel olarak değişmeye başladı. Modernite geleneksel olandan kopuşun fitilini ateşledi ve değişim, yürekli seslerin duyulmaya başlamasını sağladı. Bu değişim zamanı da en çok, bugün muhafazakârlığın bir bayrağı gibi sallanan II. Abdülhamit’e denk geldi.
1923’e kadar 1870’lerden itibaren kurulmaya başlanan kadın örgütlerinin sayısı 100’e yaklaşmıştı, 30’dan fazla dergi yayımlanmıştı. Hikâyenin bu yönünü feminist metinlerden zaten biliyoruz. Ancak 1882’ye kadar nüfus istatistiklerinde dahi yer almayan Osmanlı kadınının devletten aldıkları neler olmuştu? Burası daha ilginçtir. Çünkü kendi iktidarını hedefe koyan genç kuşağın kendi açtığı okullardan yetişmesi gibi, bu kadın hareketinin de izlerini yine II. Abdülhamit’te buluruz.
Devletin tebaasının sadakatini sağlamak için en önemli hamlesi olan okullaşma, kadınların da hayatının değişmesine neden olur. 1858’de kızlar için iptidaiye ve rüştiye mekteplerinin açılmasıyla başlayan sürecin en önemli halkasıysa, II. Abdülhamit’in açtığı Darülmuallimat oldu. Bu öğretmen okullarından mezun olanlar, devletin ilk kadın memurları oldular, öğretmen olarak Osmanlı kadınını eğitmek üzere taşraya gönderildiler. Bu da İstanbul, İzmir, Bursa, Selanik gibi kentlerde eğitimli bir kadın kitlesinin oluşmasına önayak oldu. Sonuç yazı yazabilen, resim yapan, Batı dillerinden çeviriler yapabilen kadınlardı. Bu kadınların da daha fazla hak talep edeceği aşikârdı; çünkü onlar da dünyanın gittiği yeri görebiliyor, Avrupa’daki hemcinslerinin kaderlerinin nasıl değiştiği hakkında fikir sahibi olabiliyorlardı.
Kadınlar kendi namlarına söz söylemeye başladılar. Ninelerimiz 1870’lerden itibaren eğitim hakkı, çalışma hakkı, aile içinde saygın bir yer edinme hakkı (çok eşliliğin kaldırılması, tek taraflı bir erkek hakkı olan boşanmanın kısıtlanması) için mücadeleye başladılar; bunun için de kendi adlarıyla risale ve romanlar yazdılar, dergiler çıkarıp erkeklerle polemiklere giriştiler, derneklerinde örgütlendiler.
Bu kadınlar, bir anda peyda olmadılar. Hayatın akışı, tarihin yönelişi Osmanlı’yı bir karar almak zorunda bıraktı ve dönemin yöneticileri bu akışa direnmektense, akıştan yararlanmayı tercih ettiler. Çünkü set çekme güçlerinin olmadığının farkındaydılar. Nitekim modern okullardan eskimiş sistemi yıkacak devrimciler, kız okullarından da kadının yerini sorgulayacak eğitimli genç kadınlar çıktı ve Osmanlı modernleşme sancısını yaşamaya başladı. Bu sancının sonrasını biliyoruz, bir Cumhuriyet doğdu ve o hayata uygun yeni insanlar. Bir daha geriye dönüş mümkün değil, ne olacaksa da yeni bir şey olacak. O yüzden kadının ne giyeceğine, ne zaman nerede nasıl davranacağından başka bir şeyi aklına takmayanları siz de kafanıza takmayın, nasılsa hayat onları süpürecek. Suudi Arabistan’a bakın, göreceksiniz.