Bulunduğum bir söyleşide öykülerin öneminden, bunların yaşantımızdaki yerinden söz ediyorduk. Onların bize dokunan birçok özelliğini belirttikten sonra, kendi payıma şunu vurgulamıştım: Uzun yıllardır yazdığım denemelerde, yaptığım konuşmalarda öykülerin iletilerinden yararlanıyor, sözlerimi onlarla güçlendiriyor, anlatımımı çağrışımlarıyla daha çok zenginleştiriyorum. Kuşku yok ki iyi bir öykünün yoruma bile gereksinimi yoktur. Özellikle iyi yazarların ve bilgelerin kaleminden çıkmışlarsa…
Rubert Fulford’un yazdığı Anlatının Gücü’nü okurken, konumla ilgili olduğu için, aşağıdaki bilgileri bir kenara not almıştım:
Ahlak felsefecisi Alasdair MacIntyre Erdemden Sonra adlı kitabında, insanların neyi önemli bulacaklarını ve nasıl davranmaları gerektiğini, önceden öğrendikleri öykülerden bilinçli ya da bilinçsizce çıkarımlar yaparak oluşturduğunu söylüyor. Çocuklar kadar, ülke ve toplumların da aynı şekilde öykülerle büyüdüklerini öne sürüyor. “Çocukları öykülerden mahrum bırakırsanız, onları hem davranışlarında hem de konuşmalarında öngörüden yoksun kekemelere dönüştürmüş olursunuz. Kendimizinki de dâhil, herhangi bir toplumu anlayabilmek için, o toplumun köklerindeki dramatik yakıtı oluşturan öyküler bütününü bilmemiz gerekir.”
Belirli bir yaşa kadar çocuklarımıza bazı olayları nasıl anlatmaya çalıştığımızı düşünüyorum. Kimi zaman yaşadıklarımızı öyküleştiriyor, onların imgeleminde yeniden canlandırmaya çaba harcamış olduğumuzu görüyorum. Diyelim ki çocuğumuz oyun oynarken düşmüş, bir dizini kanatmış. Ona bizim daha önce yaşadığımız benzer bir olayı anlatırken, bu tür bir kazanın herkesin başına gelebileceğini duyumsatarak, duygudaşlık yaratmaya çalışıyoruz. Bunu biz hiç yaşamamış bile olsak, daha önce dinlediğimiz ya da o anda kurguladığımız bir öyküyle onun acısını paylaşmak istiyoruz. Bunun yanında kimi olayları açıklamak için çocukların bildikleri öykü kahramanlarını örnek gösteriyor ya da onlara yenilerini anlatıyoruz.
Bireyler kadar toplumların ve ülkelerin de ortak öyküleri vardır. Bir kısmı tarihten, bir kısmı yaşanan olaylardan, bir kısmı halkın yarattığı “şehir efsanelerinden”, bir kısmı da geleneklerden besleniyor. Bu öyküleri inceleyerek kaynağını oluşturan topluluklar hakkında zengin bilgiler edinebiliyoruz.
Çocukların birçoğu, yataklarının başucunda anlatılan öykülerle uyumayı severler. Aynı yöntemin toplumlar için de geçerli olduğunu, ülkeyi yönetenlerin amaçları doğrultusunda, yönlendirmek, çıkar sağlamak, iktidarlarını korumak için yönettikleri insanları öykülerle besledikleri bir sır değildir. Yerine göre onların aracılığıyla kitleleri coştururlar, hüzünlendirirler, bir ülküde buluştururlar, başkaldırtırlar, yalan söylerler, uyuturlar… Öyküler öyle bir işlev üstlenebilirler ki, yalnızca bir topluluğun değil, bir ülkenin yazgısını tümüyle değiştirebilirler.
Bu konuda söylenecek daha çok sözümüz olacaktır. Kısaca şunu vurgulamak istiyorum:
Öykülerin gücünü bilenler, hayatın her alanında onlardan yararlanabiliyor!