2 Kasım, modern Ortadoğu tarihinin önemli köşe taşlarından Balfur Deklarasyonunun yüzüncü yılı olacak. Yeni bir dünya düzeninin oluşacağı, koca koca imparatorlukların tarihe karışacağı, Avrupa’da, Yakın Doğu’da ulusal ve etnik temele dayalı birçok devletin doğacağı, toplumların “kendi geleceklerini kendilerinin belirleme haklarının” uluslararası kulislerde seslendirileceği; süreci - İtalya haricinde - galiplerin daha çok galip, yeniklerin daha çok yenik tamamlayacakları bir savaşta, azımsanmayacak bir yere sahiptir Balfur Deklarasyonu…
1917 yılında, adına Filistin denilen coğrafyanın, henüz, temelleri üzerinde sallanan Osmanlı İmparatorluğunun sınırları içinde bulunduğu bir sırada yayınlanan ve Britanya hükümetinin bu topraklarda Yahudilerin bir ulusal yuva kurmalarını desteklediğini belirten bir beyandır, bu kısaca…
Dönemin Britanya Dışişleri Bakanı Arthur James Balfour tarafından, Baron Lionel Walter Rothschield’e hitaben kaleme alınan bir metinden söz ediyoruz. Yayınlanmasından sonra, bugünlere dek süregelen birçok eleştirinin odağında bu beyan, hem yayınlayan İngilizler açısından hem de muhatabı bölge halkları - Yahudiler ve Araplar - açısından önemli şeyler ifade eder…
Lloyd George liderliğindeki Britanya hükümeti bir yanda Mısır ve Hindistan yolundaki Filistin topraklarında, kendi güdümünde bir Yahudi yerleşimi oluşturmayı, öte yanda özellikle ABD ve Rusya’daki Yahudi toplumlarını kendi yanına çekmeyi hedeflemektedir.
ABD gerçi Nisan 1917’de nihayet Britanya ve Fransa yanında savaşa girmiştir. Böylece, batı cephesinde soluklanan Londra dikkatini yakın doğuya verebilecektir. Osmanlı ile Ortadoğu’da tutuştuğu savaş, buraların, İstanbul’daki iktidarla uzun zamandır derin dostluk kurmuş olan Almanlara kaptırılmaması adına önem arz etmektedir.
Öte yandan, çarlığın düşmesi, Lenin ve Bolşeviklerin Rusya’ya egemen olmaları ile, Batı için anlaşılması zor yeni bir iktidar oluşmuş ve bunlar daha önce ilan ettikleri şekli ile savaştan çekilmişlerdir. Ne kadar güçlü olduklarını, proleter iktidarı nereye kadar ihraç edebileceklerini kestirmek olası değildir... Emek iktidarı sonrasında oluşabilecek bir sınıf çatışmasının, savaş içindeki ülkeleri, siyasi, sosyal, ekonomik açıdan nasıl etkileyebileceği, soğuk savaşın sonlarına dek batının politikacılarını derinden meşgul eden bir konu olmuştur…
Balfur Deklarasyonu bir nebze, Bolşevizm’e gönül vermiş, bireysel kurtuluşu sınıfsal eşitlikte aramış Yahudi gençlerine bir alternatif sunar, İngilizlere göre... 1922’de Sömürgeler Bakanı olarak Filistin’i ziyaret edecek olan Winston Churchill de aynı fikirdedir: Yahudiler çölü o denli özveri ile işlemektedirler, bu topraklara o denli büyük katkılarda bulunmaktadırlar ki, geleceklerini buradan uzaklarda kurmaları haksızlık olacaktır. Bu anlamda, Balfur Deklarasyonu buradaki Yahudi yarınlarını garanti altına almaktadır. Bolşevizm ile yoğrulanlar ve bu zararlı fikirleri batıdaki diğer ülkelere taşımak isteye Yahudi gençleri, Balfur Deklarasyonu ile geleceklerini garanti altına almış olanları örnek almalıdırlar.
Gelişen tarih elbette ki İngilizlerin bu beklentilerinin ne kadar sıkıntılı durumlar oluşturacağını gösterecektir. Arapların Filistin’deki Yahudi yapılanmasına verdikleri tepki, ileride bu coğrafyada yaşanacakların habercisi olacaktır… Esasen Balfur Deklarasyonu bölgesel dengelere özen gösterecek şekilde kaleme alınmıştır! Bir yandan Yahudi Ulusal Yuvasından söz ederken öte yanda, bölgedeki diğer din mensuplarının yaşamlarının garanti altında olduğuna, buna özen gösterilmesinin deklarasyonun olmazsa olmazı olduğuna vurgu yapar.
Kendi açılarından Arapların, Balfur Deklarasyonuna tepki göstermeleri son derece doğaldır. Britanya hükümeti 1915’in ikinci yarısında bölgedeki yetkilisi Sir Henry McMahon aracılığı ile Arapları, Osmanlı – Alman ittifakına karşı örgütler. Bunu yaparken Londra’nın Mekke Şerifi Hüseyin’e teklif ettikleri, Arapların sonraki yıllarda beklentilerinin temelini oluşturacaktır. İngiliz teklifi, Almanya tarafından, Halife Padişah yanında cihada davet edilen Arapça konuşan Müslüman halkını daha derinden cezbedecek niteliktedir.
Bir görüşe göre, Balfur Deklarasyonu ile Arapların Ortadoğu’daki beklentilerine Yahudiler de ortak edilmişlerdir, hem de bu topraklar henüz Osmanlı kontrolündeyken. Britanya, Filistin topraklarındaki iki toplumu birbirine düşürmekle itham edilir… Bu yanlış bir tespit değildir şüphesiz… Ancak burada, dönemin Alman stratejilerini ve II. Wilhelm faktörünü de es geçmemek gerekir. Son tahlilde, Londra’nın doğunun gizemini Berlin’e göre daha iyi yorumladığı ve bundan fayda çıkarttığı bir gerçektir.