- “1960’lı yıllar. O zamanlar eşimle daha yeni evlenmiştik. Kocam İstanbul Üniversitesinde sosyoloji okumuştu. Kariyerine akademisyen olarak devam etmek istiyordu. Bir gün kendisine dönemin Maarif Bakanlığından bir yetkili “Sen dalga mı geçiyorsun? Bu ülkede gayrimüslimden hoca mı olur?” dediğinde eşim ve yeni doğan oğlumla birlikte o zaman bu ülkede bizim için bir gelecek olamayacağını anladık ve İsrail’e gitmeye karar verdik.”
- “1934 yılı, Trakya Olayları Dönemi. Anneannem ve dedem Kırklareli’nde o zamana kadar mutlu bir hayat yaşamaktaydı. Komşuluk ilişkilerimiz o denli iyiydi ki, komşuların birbirini rahat ziyaret etmesi için evlerin arkalarında da bir kapı ile bahçeden geçiş vardı. Dedem Jandarma Komutanı ile yakın dosttu. Olayları duyduğunda evimizin önüne iki jandarma nöbete gelmişti. Yeni nişanlı olan annemi önce tavan arasına saklamışlar, ardından da ilk trenle İstanbul’a göndermişlerdi. Yağmacılar Jandarma’dan korkmamış, komşular için kullanılan arka kapıdan girip evi talan etmişlerdi. Neyse ki güzeller güzeli annemi de aramışlar ama bulamamışlar. Anneannem terziydi. Olaylar bitip Kırklareli’ne geri döndüklerinde çeyiz için diktiklerini komşu evlerde yıllarca görüp içi acımış, ama sesini çıkartamamıştı.”
- “Burası bizim sokak Mois, sizler Serdar-ı Ekrem diyorsunuz ama bizler için burası çocukluğumuzun geçtiği Yazıcı Sokak’tır. 6-7 Eylül Olayları Dönemi. O zamanlar Kamondo Han’da çoğunluğu Yahudi aileler yaşardı. 6 Eylül akşamı yıllardır bize hizmet eden kapıcımız tek tek kapılarımızı yumruklayıp bizi tehdit etmişti. Kimse de kapıyı açıp sesini çıkaramamıştı. Hepimiz endişe ile bekliyorduk. Ertesi sabah okula gittiğimde tarih dersinden sınava girecektim. Şansa bakın ki, öğretmenim de Yahudi öğrencilerden pek hoşlanmadığını imaları ile belli ederdi. Sözlü sınavda öğretmen Atatürk’ün hayatını sorduğunda sular seller gibi ezbere anlatmış, hoca istemeye istemeye tam not vermek zorunda kalmıştı. Okul dönüşü Galip Dede Caddesi’nde birçok dükkân gibi çocukluğumuzun mızıkacısı Papa Jorji’nin de talan edildiğini görecektim. Orada oturanların çocukları yıllar sonra yine ellerinde Papa Jorji’nin mızıkaları ile gezecek, hepimiz gerçeği bilecek ama kimse onlara “Bu mızıkaları nereden buldunuz?” diye soramayacaktık.
- “Ah be Moisiko, şu bizim eve gideyim dedim yerinde yeller esiyor, yepyeni tuhaf bir bina dikmişler. Bu Beyoğlu’nda yürümek ne büyük keyifti bizim için. Şimdi ise Beyoğlu kebap kokuyor!”
- “Mois kardeşim ne zaman Türkiye’ye ayak bassam ince belli demli çay gözümde tütüyor. Sabahtan beri durmadan içiyorum. Orada bu çayı özellikle aramasam da buraya gelir gelmez canım çekiyor.”
Farklı dönemlerde bu ülkeden göç etmiş İsrail’de yaşayan Türkiyeli dostlarımız. Hepsinin apayrı bir hikâyesi, sözlü tarih çalışmalarına konu olacak hatıraları var. Balat, Hasköy, Kuzguncuk ve Karaköy’de Yahudi mirası turu yapmak için iki hafta evvel buluştuk. Her anlattıkları hikâyede kâğıt kaleme sarıldım, yukarıda saydığım alıntılar not aldıklarımın bir bölümü sadece… “Peki ya siz nasılsınız? Durumlar düzeldi mi?” diye sordular.
İşte o an ne cevap vereceğimi şaşırdım. “Hitler’den Allah razı olsun” diyen sözde sanatçımız var. Hatta geçen hafta yine içindekileri kusmuş. Olsun, işin ucunda reyting var. O yüzden başımızın tacı ettik, her ırkçılığında koruduk, kolladık mı demeliydim? Peki ya sözde mizah dergilerinin dindar bir Yahudi imgesi üzerinden antisemit karikatür yayınlamalarına ne demeli? Unutmadan bir de ‘Payitaht’ dizimiz var. Anlatmama pek gerek kalmadı, zaten herkes bizim de vergilerimizle yayın yapan devlet kanalında nasıl antisemit dizi gösterilebildiğinden haberdar.
Neden o hep arzuladığımız ‘muasır medeniyet’ seviyesine erişemedik biliyor musunuz dostlarım? Çünkü enikonu antisemit bir sanatçımıza en entelektüel görünenlerimiz bile “Önce kalk, adam gibi özür dile!” diyemedi. İşte bu yüzden “O ses antisemit Türkiye!”