İlginçtir; bir süredir kendimi, bir tren vagonunun penceresine dayanmış, gözleri yolda, geçtiği yerleri dalgın bakışlarla izleyen biri gibi görüyorum. Yaptığım yolculuklar, okuduğum kitaplar, insanlarla süren ilişkilerim, gün boyu yaşadıklarım… Her şey gözlerimin önünde önlenemez bir hızla akıp gidiyor. İçlerinden duygu ve düşüncelerimi katarak yazabildiklerim oluyorsa, onlara kayıt altına alınmış, kurtarılmış gözüyle bakıyorum. Diğerleri bir şekilde belleğimin raflarında yerlerini alıyorlar. O sürüklendiğim zaman ırmağı son hızla akarken, izlediğim son görüntüler, edindiğim yeni bilgiler, yaşadığım olaylardan bazıları ya unutuluyor ya da bir anımsama sırasında yeniden karşıma çıkıyorlar.
Aslında sözü şuraya getirmek istiyorum:
Yıllar geçtikçe, o görünmeyen zaman treni giderek hızını artırıyor. Eskiden benim için önemli görünen olaylar, ilginç gelen görüntüler, dağarcığıma ekleyeceğim yeni bilgiler, artık o akış sırasında sanki sıradanlaşıyor. Oysaki zaman geçiyor, yaşam doğal akışı içinde sürüyor; değişen mutlaka ben oluyorum.
Jonathan Safran Foer’in Buradayım romanını okurken, kahramanının söylediği şu sözleri not almışım:
“İnsan yaşlandıkça zamanın nasıl geçtiğini anlamaz olur. Çocuklar, ‘Hâlâ gelemedik mi?’ diye sorar, yetişkinler: ‘Nasıl bu kadar çabuk geldik?’ diye.”
Başkalarıyla gittiğimiz yol, soluduğumuz hava, bölüştüğümüz zaman dilimi hep aynı; ama her şeye anlamını veren, onu duyumsayan yalnızca biz oluyoruz! Yine saniyeler, dakikalar, saatler, günler, haftalar, aylar ve yıllar, her birimiz için aynı sürede doluyor. Oysaki bunların hızlı ya da ağır bir şekilde geçiyor olması bizim bakış açımıza, duygusal durumumuza göre değişiyor. Çocukluğumu anımsıyorum. Zaman hiç geçmek bilmezdi. Günler uzar, her mevsim değişiminde bir beklenti oluşur, yıllar bir ömür gibi gelirdi. Yaşlandıkça zamanın avuçlarımızın arasından sürekli aktığını görüyor, onu elde tutamamanın kaygısını yaşıyoruz. Bulunduğumuz yaşla birlikte, bilgi ve bilincimizin olanakları doğrultusunda, bir gerçeğin farklı yüzlerini izleyerek!
Bir haber sitesinde okumuştum: ABD’de, Pew Araştırma Merkezi on sekiz yaş üzeri üç bine yakın kişiye telefonla ulaşarak yaşlılığın ne zaman başladığını sormuş. Aldıkları yanıtların ortalaması 68 yaşını gösteriyormuş. Bu sonucu okuduktan sonra, bundan kendime bir pay çıkarıp çıkaramayacağımı düşünmeye başladım. Yoksa yaşlılığa ilk adımları atarken, akan zaman konusunu daha mı çok sorgulamaya çalışıyorum, kim bilir!
Akan zamandan söz ederken Melih Cevdet Anday’ın kitabını anımsadım: Akan Zaman Duran Zaman. Bu kitabın bir yerinde şöyle diyor:
“Düşünüyorum da, ölenlerin zamanı gerçekten durmuştur, hiçbir değişikliğe gereksemesi yoktur. Biz akan zaman içinde onlarla karşılaşıyoruz ikide bir. Tuhaf bir şey bu; onlar biraz bizimle akıyor, biz biraz onlarla duralıyoruz. Ölüm, bir söylencedir.”
Anday’ın da dile getirdiği gibi, zaman yalnızca yaşayanlar için bir anlam taşıyor!