İstanbul’da gerek sanat fuarları, gerek Bienal, gerek de bağımsız fakat eş zamanlı sergiler sayesinde pek çok sanat eserine maruz kaldık. Bu eserlerden çoğunu alıp salonumuzda sergileyecek kadar beğenmiyoruz. Ancak çeşitlilik bizi şaşırtıyor. İnsan kendisi eline alıp da bir şey üretmeye karar verme anına kadar, başkaları tarafından yapılmış eserleri küçümseme, yadırgama ve eleştirme haklarını kullanır. “Bunu ben de yaparım” der içinden veya hatta yüksek sesle. Hatırlarsanız Kenan Evren, Picasso eseri için demişti benzer bir şeyler. İlk aşamada, her bir esere tek başına bakınca, “Evet, onu ben de yaparım” hissiyatı hepimize geliyordur. Ancak o ürünü sergilenme kıvamına getiren kişi başkası, yani o fikir vücut bulmuş artık, bundan sonra benim yapacağım o gördüğümün sadece bir taklidi olabilir. Yani, kolaysa ben de sergilenmeye layık yeni bir şey yapayım, başkaları onun önünden geçerken ‘bunu ben de yaparım’ desin.
Sanat eseriyle kurulan ilişkide “Bunu ben de yaparım” cüreti, dünyanın her yerinde var. Ben şahsen yeteri kadar basmakalıp iş görmeden ve yeni bir anlayışın ne kadar kıymetli olduğunu anlamadan yıllar önce, Mübin Orhon’un eserlerine bakıp, bu kadar basit işlerle nasıl ünlü olmuş küçümsemesine düştüğümü hatırlıyorum.
Demek ki, sanat da yiyecek gibi… Öğrenmekle başlıyor. Fazlasıyla çeşitten defalarca tadıp, şaşaalı olanlara öncelik veriyoruz. Sonradan hazımsızlık yapanları ayırt etmeyi öğreniyoruz. Sonra onların karmaşık hallerinden sıkılıp en yalın ve en çarpıcı olanlarını beğenmeyi öğreniyoruz. Mesela bir kaşık havyar gibi… Yemek için yaşadığımız bu öğrenme sürecini sanata da uyarlasak, tekrarcı basmakalıp işlerin yanı sıra beyinlere fiske vuran, provoke edici eserlerin de başarısını takdir etmeyi öğrenirdik. ‘Kapı Çalana Açılır’ sergisinde üzerine kazak örtülmüş mahcup erkek vücuduna, erkeğin mahremiyetine gizlice göz atma merakı der geçerdik. Memnun olurduk hatta hayat boyu o görsel aklımızdan silinmezdi. Abdülmecit Efendi Köşküne saldırmazdık.
Tiyatro Dot tarafından sergilenen ‘Bunu Ben de Yaparım’ adlı oyun tam da bu temalar arasında geziyor. Biraz saf, görev adamı Dave, bir galeride, provoke edici bir İsa resmini korumak üzere görevlendiriliyor. Ama eseri ve ressamı zaman içinde sahipleniyor, çok seviyor. Eser saldırıya uğradığında görevini yapamamış insan utancı yaşıyor. Ancak sonradan öğreniyoruz ki, ressam Martha, meğer zaten resmin parçalanacağından emin olduğu için, video kameraları ile olayı görüntüleyip asıl eserini oluşturacakmış, bu galeri odası sadece bir kurgu imiş. Yani sanatçı hoşgörüsüz birilerinin elbet ona gerekli malzemeyi vereceğini biliyormuş…
Hoşgörüsüzlüğün ve küçümsemenin temelinde bilgi ve görgü eksikliği vardır. Sadece yeteri kadar bilgiyi alıp gerisi için çabalamayı kestiğimiz bir dönemdeyiz. Üniversitede mecburen girdiğimiz derinliklere gerçek hayatta artık inmiyoruz. Sosyalleşmek ve fotoğraf paylaşmak için sanat eseri geziyoruz.
Sanat eserleri bizi iyi hissettirir. Ne kadar farklı esere maruz kalırsak o kadar kendimize has, rafine bir zevk geliştirmemiz mümkün olacaktır.