Tophane’de sanat galerisi basıldığı gün nasıl şok olduğumu dün gibi hatırlarım. Artık bu gibi olaylar sıradanlaştı, öyle ki saldırganların ifadesi alındıktan sonra serbest bırakılmasına bile şaşırmıyoruz. Oysa eskiden de sanat etkinlikleri geniş kitlelere hitap etmezdi, ancak bir saygı vardı; anlamadığında anlamak için çaba gösterirdi insanlar, yakıp yıkma yerine. Bu gibi etkinliklerin ne anlama geldiğini tam olarak anlamasanız bile bu ülkede bunların da olabilmesini sağladıkları için teşekkür etmek gerekir düzenleyene, her şeyden önce.
Neden sonra heykeller birtakım taşra siyasetçilerinin hedefi olmaya başladı. Altı hiçbir zaman tam dolmayan ‘dini hassasiyetler’ yüzünden heykeller ya yerlerinden oldu, ya da saldırıların hedefi. Heykellerle didişmekle başlayan bir sürecin zirvesindeyiz zannediyorum. Tartışma demek güç, saldırılar asla mazrufa yönelik değil; genellikle tam olarak anlaşılamamış bir zarf düşman belleniyor. İçeriğe yönelik tartışma olmayınca düşünce bağlamından çıkıp şiddete varılıyor. Şiddet de genellikle birinin hedef göstermesi, tabandan birinin de uygulaması şeklinde olup bitiyor. Yumruk hep aynı yumruk, bir varsa el değişiyor; yazık olan, o sanata en çok ihtiyacı olan kesimlerden birilerinin sanat düşmanı kesilmesi.
İşte son yaşanan Abdülmecid Efendi Köşkündeki koleksiyona yapılan saldırının da hikâyesi, yine bu tanıdık şablona uyuyor. Kapitalist ekonominin kendiliğinden değil, ancak ciddi bir zaman geçtikten sonra devrimlerle yerleştiği memleketimizde Batılı anlamda burjuva sınıfı zaten az, olanlar da sanat hamiliği işini yeni yeni öğrenmeye başlıyor. Bu zorlu ortamda Eczacıbaşıların İKSV’sinin düzenlediği bienale -ki İstanbul’a katma değeri var, hepimiz yararlanıyoruz bundan- Koç Holding sponsor oluyor; Osmanlı’dan kalma bir köşk, onlarca benzeri gibi çürümeye terk edileceği yerde ilk sahibinin adına yakışır bir etkinlikte kullanılıyor, halka açık bir resim sergisi yapılıyor.
Buraya kadar her şey güzelken, memleketin gündemine bir anda nasıl dâhil olduklarını hâlâ çözemediğimiz iki tüccar, II. Abdülhamit’in torunları sıfatıyla, etkinliği rezalet diye tanımlayıp hedef gösteriyor. İçerideki şömineyi mihrap sanan saldırganın akıl hocası da dedesini halife diye kendisi gibi zanneden ‘torun’. Öyle ya, Osmanoğlu ailesinin bir ferdiyse, son halife Abdülmecid Efendi’nin nü tablolar yaptığını da, hatta onu resme yönlendirenin II. Abdülhamit olduğunu da hepimizden iyi bilecektir! Aslında bu gibi meselelerde bize turnusol kâğıdı işlevi görebilecek bir cümlemiz olabilir, Engin Ardıç’ın eski bir kitabından ödünç alıp uyarlayarak: “II. Abdülhamit sizin gibi kıro değildi!”
II. Abdülhamit sevapları günahları bir yana, yaşadığı çağı anlayabilmiş ve bu çağın gereklerini yerine getirebilmek için daha fazla geciktiremeyeceği adımları atmış, kendinden önceki reform mirasını da açtığı kurumlarla kalıcı hale getirmeye çalışmıştır. Öyle ki bugün çoğu köklü kurum, tarihlerinde II. Abdülhamit’e referans verir: Bu sultanın ne kadar hayır sahibi olduğundan çok, devletin vatandaşa dokunan yanlarını nasıl inşa edeceği hakkında net bir fikri olduğuna işaret eder. Bunun yanında çağdaşları arasında eşit bir yer alabilmesi, değer görebilmesi için kendini de bu şekilde geliştirmiştir. Öncülleri gibi Saray’da iyi bir eğitim alan II. Abdülhamit sanatla haşır neşir, entelektüel bir kişiydi.
II. Abdülhamit’in gerçekteki kimliğiyle bugün karşımıza konulan kimliği arasında dağlar kadar fark var. Aynı durum Osmanlı için de geçerli. Maalesef Osmanlı denildiğinde bazılarının zihninde bugünün Suudi Arabistan’ı gibi bir ülke canlanıyor. Halifenin köşküne dahi kutsal mekân muamelesi yapacak kadar dininden bihaber yaşayan insanlar için bu bilgiler zaten teferruattan ibaret. Bu yüzden de Abdülmecid Efendi’nin hem halife olması hem de -buna rağmen!- nü tablolar yapması insanları şaşırtıyor.
Bir ilginç örnek de, II. Abdülhamit’e de Adliye Nazırlığı yapmış olan Halil Şerif Paşa idi. Avrupa resimlerinin önemli yapıtlarını topladığı özel bir koleksiyon oluşturan ilk Osmanlı olan Paşa’nın, Courbet’nin meşhur resmi ‘L’Origine du Monde’un siparişini veren kişi olduğu düşünülür. Bu tahmin pek de boş değil, çünkü kendisi Ingres’in ‘Türk Hamamı’ ve yine Courbet’nin iki kadını yatakta gösteren ‘Uyku’ adlı tablolarını koleksiyonuna katmıştı. Hiç de şaşırtıcı değil, çünkü saraylarda yetişen, maddi imkânları geniş olan ve Batılı bir eğitim alan bu insanlar, Batı ülkelerini gezip görüyor, orada yaşıyor, onların zevklerinden nasipleniyordu. Sadece bu durum tabana yayılmış değildi: Bugün kampanyadan uçak bileti yakalamak çoğu kişi için mümkünken, o zaman Avrupa seyahati çok uzun zamana yayılan maliyetli bir işti.
Sonuç itibariyle bugünün insanı nasıl internetten de olsa dünyada ne oluyor ne bitiyor takip edecek kadar meraklıysa Osmanlı dedelerimiz de o kadar meraklı, bugünün insanları nasıl son model telefona dünyadaki diğerleriyle aynı anda sahip olmak istiyorsa Osmanlı dedelerimiz de aynı güdüye sahipti. Bize sunulmaya çalışılan Osmanlı, aslında hiç var olmadı. İnsan yine aynı insan, aradaki farklar zaman ve imkân farkı en temelde. Haliyle Osmanlı’yı da tarihten kopuk, dünya bir yere doğru giderken olduğu yerde duran, dünya değişirken ibadetinden başkasını düşünmeyen insanlardan mürekkep gördükçe, Osmanlı toplumunun dinamizmini görmezden gelip statik bir yapıymışçasına analiz yapılmaya çalışıldıkça bu hatalar da yapılmaya devam edecek.
En kötüsü de menfaati için yanlış bilgi üretip yayanlar ve bunlara kananlar galiba hiç bitmeyecek. Memleketteki tüm emlakı kendine miras zannedenlerden, tarih okumalarına sığının.