Son zamanlarda uluslararası gündemde ön plana zıplayan Katalonya problemini İspanya’nın bir iç meselesi gibi görüyordum. Gelişmeler olayın bu kadar basit olmadığına işaret ediyor. Konu, insanların demokrasi ile kendi kendini yönetme özgürlüğü (self-governance) ile ceberrut bir devlet tarafından hizaya sokulmaları arasındaki felsefi bir çizgide gelişiyor. Özgürlük arayan Katalanlar ihtilafı Avrupa Birliğinin başkenti olan Brüksel’e taşıyorlar ve tartışmayı Avrupa Birliğinin kuruluşunda kabul edilmiş temel değerler üzerinden sürdürmek istiyorlar. AB ise, göçme riski olan bir barajın duvarındaki delikleri parmağıyla tıkayarak durumu kurtarmaya çalışan görevli misali, konuyu İspanya’nın iç meselesi olarak görmeye çalışıyor. Bir yandan “...gücün argümanını değil, argümanın gücünü kullanın” diye İspanya yönetimine telkinde bulunurken diğer yandan da Katalonya’nın bağımsız bir devlet olması halinde AB’ye kabul edilmeyeceğinin altını çiziyor. Halihazırda üretiminin yüzde 65’ini İspanya dışındaki Avrupa ülkelerine ihraç etmekte olan Katalonya için bu hatırı sayılır bir tehdit.
Hikâyeyi özetleyecek olursak, 7,5 milyon nüfuslu Katalonya 47 milyon nüfuslu İspanya’nın ortalamasından daha zengin, (PISA skorlarına göre) daha akıllı, daha tüccar, daha üretken ve daha ateşli. İspanya nüfusunun yüzde 16’sını oluşturuyor ama 1 trilyon Avroluk ekonomisinin yüzde 20’sini temsil ediyor. Çeşitli tahminlere göre, Katalonya bölgesi her sene topladığı vergilerden kendi bölgesinde yapılan harcamalar düşüldükten sonra kalan 14 milyar Avroyu merkezi Madrid hükümetine transfer ediyor. 2009 senesinde başlayan ve 4-5 yıl süren ekonomik krizden Katalanlar da çok etkileniyorlar. Özellikle bu dönemde, İspanya’nın geri kalan bölgesindeki “tembel ve çok çocuklu” düzeni finanse etmekten, İspanya’nın sürekli mülteci göçü almasından ve kendilerinin zorluklarla kazandıkları imkânları bunlara yedirmekten çok rahatsız oluyorlar. Ben çalışıyorum, başkası yiyor… Brexit’i zorlayan İngiliz politikacılar da Londra’dan uzakta oturan yaşlı teyzeleri böyle korkutmamışlar mıydı? Adanın mülteciler tarafından istila edileceğini ve Birleşik Krallık’ın AB’yi sürekli finanse etmekte olduğunu öne sürerek milliyetçi duyguları kaşıdılar, şimdi ise ne yapacaklarını bilemiyorlar.
Katalonya’nın bağımsızlık arayışı yeni değil. 13. ve 14. yüzyıllarda Mayorka, Valensiya, Sicilya, Balear, Sardinya ve Napoli’nin de içinde bulunduğu çok önemli bir ticaret havzasında etkin olan Katalonya’nın yıldızı, 15. yüzyılda gelen bir veba salgını, ardından Amerika’nın keşfi ile zenginleşen Kastilya’nın karşısında sönmeye başlamış. Bu arada, Yahudileri 1492’de İspanya’dan süren Kastilya Kraliçesi İzabella, Aragon Kralı Ferdinand II ile evlenince, Katalonya tek başına kalmış. Kastilya Krallığı 11 Eylül 1714’te Barselona’yı fethetmiş ve Katalanlar uzun yıllar kültürlerini baskı altında tutan bir yönetime maruz kalmışlar. 1930’larda başarılı bir bağımsızlık hamlesi yapmışlarsa da, Diktatör Franko’nun altında çok ezilmişler, kimliklerini kaybetme noktasına gelmişler. Franko’nun 1975’te ölümü ile Katalanların kendi kültürlerini sürdürebilmelerinin yolu açılmış ve 1978’de okullarda ana dil Katalanca olarak tekrar tedrisata girmiş.
Bugün gelinen noktada, Katalanlar demokratik bir yöntemle bağımsızlıklarını ilan etmek istiyorlar. Bunun ilk denemesi olarak 2014 Kasım’ında gayri resmi bir referandum yapılıyor ve bunların yüzde 80’i bağımsızlık istiyor. Ne var ki, 5,4 milyon seçmenin sadece 2,2 milyonunun bu referanduma katılmış olmasından dolayı bu referandum ayrılıkçılara tatminkâr bir ivme veremiyor. Burada enteresan olan, Katalanların bağımsızlık isteğinin aynı zamanda AB üyeliği ile birlikte düşünülmesi. Çünkü AB üyesi olmadan bağımsızlık ister misiniz diye sorulduğunda büyük çoğunluk hayır diyor. İşte bu tartışmalı zeminde eğrisini doğrusunu bulmak için gerçek bir referandum yapmaya karar veriyorlar. Aynı David Cameron gibi. Ne var ki, İngiltere’de yasal olan referandum, İspanya’da yasal olamıyor. 2015’te yapılan bir seçimde ayrılıkçı partiler birleşiyor ve marjinal bir partinin de dışarıdan desteği ile 135 üyeli parlamentoda 72 sandalyeyi elde etmeyi başarıyorlar. İşte bu oluşumun başkanı olan Puigdemont, halkına verdiği sözü tutmak için 1 Ekim 2017’de referandum ilan ediyor. İspanya Anayasası’na göre, ülkenin bölünmez ve üniter bütünlüğü söz konusu. Geçen Pazar günü Belçika polisine teslim olan politikacılar İspanya’da ‘bölücü’ damgası ile yargılanabilecekler. Bir anlamda, ateşteki kestaneleri Belçikalı hakimlerin önüne atmış oldular.
Ortada büyük bir açmaz var. Düşünün ki, Katalonya’nın ayrılması halinde AB üyeliği için tüm üye ülkelerin evet oyu vermesi gerekir. Tabi İspanya’nın da. Bu mümkün gözükmüyor. Diğer taraftan, Katalanlar da AB üyeliği olmayan bir bağımsızlığa pek sıcak bakmıyorlar. Bu durumda referandum akılcı bir iş mi? Yapılmaz ise, seçim vaatlerini yerine getiremeyecekler. Yapılsa, AB üyeliğini nasıl garantileyecekler?
AB açısından bakıldığında, İspanya’nın üniter devlet yapısını bozup parça parça AB’ye kabul etmeleri imkânsız. Barajın kapakları açılırsa bir gün Basklardan Korsikalılara, Flamanlardan İskoçlara kadar birçok farklı etnik toplumun aynı yoldan gitmeyeceklerinin bir garantisi yok. Öte yandan, baskıcı polis devletinin özgürlük karşıtı davranışlarına karşı en sert tepkiyi dile getirmek durumundalar.
2 milyon ayrılıkçı Katalanı arkasına alan Puigdemont ve arkadaşlarının üniter ulus-devlet modelinde iyi kötü devam eden AB’yi çok zorda bıraktığı kesin. Hapse girerler ise, mağduru oynayarak hedeflerine belki de daha çok yaklaşmış olacaklar. Öte yandan, AB’yi özgürlük karşıtı baskıya izin vermekle suçlayacaklar. Aksi takdirde, köprüleri yakıp bir şey elde edememiş durumdalar. Dön dolaş, sanırım tek çözüm ruh ve bedenin birlikte yaşamayı öğrenmesi gerektiğinde yatıyor.