Bu yıl 29 Ekim ve 10 Kasım, geçen 15 yılın ardından, yine eskisi gibi, olması gerektiği gibiydi. 15 yıl boyunca unutturulmaya çalışılan Atatürk, bu 10 Kasım’da herkes tarafından anıldı. Bu durumu gelecek seçimlerdeki Atatürkçü kesimin oylarına göz dikmekle açıklayıp küçük görmeye çalışmayacağım, zira bunca Atatürk yazısını Atatürk’ün kadri bilinsin diye yazdık; bu görüntülerden rahatsız olacak değiliz. Bunca kötü yıl sonrasında bu olumlu bir gelişmedir her şeyden evvel.
Bu dönüşümü herkes kendi penceresinden okuyor. Uluslararası ilişkiler perspektifinden bakıldığında yenilen İslamcılık ideolojisi, ekonomi cephesinde Suudi Arabistan’ın bile bilimde gelecek aradığı bir dünya gerçekliği, siyaset bilimcilere göre gelecek seçimlerdeki oy hesapları ilk göze çarpanlar oluyor. 15 yıldır umursanmayan Atatürkçü oy potansiyeli bir anda patlama yapmış olamayacağına göre, tüm bunların ardında başka bir gerçeklik yatıyor olabilir. Atatürk’e yapılan hakaretler başka bir yazı konusu, Atatürk ve Cumhuriyet eleştirilerinin altında halkı ikna edecek mantıklı argümanlar olmaması da önemli bir nedendir zannımca. Tahrif edilen Atatürk ve Cumhuriyet gerçekliklerinin yerine, gerçeğe uygun başka gerçeklikler yaratılamaması, yaratılmasının mümkün olamaması, bugün herkesin yeniden Atatürk konuşmasını sağlayan gücüdür Atatürk’ün. Son dönemde popülerleşen deyişle, post-truth dedikleri çağı da yenmiştir Atatürk.
Biraz hatırlayalım neler söylendiğini. Her şey Cumhuriyet’i kurmanın demokrasi demek olmadığını iddia etmeleriyle başladı. Bu ilk adımdan sonra Atatürk diktatör, Cumhuriyet baskıcı rejim, muhalifler de ezilen halk olabiliyordu kolayca. Böyle bir iddianın altını doldurmak içinse, son yılların fenomeni ‘sandık fetişi’ göreve çağrılıyordu. Öyle ya, o devrimler olurken Atatürk halka sormamıştı. Atatürk’ü halka sormamakla eleştiren neo-Osmanlıcılara bir Allah’ın kulu çıkıp da herkesin içinde “Padişahlar sefere çıkarken halka mı soruyordu, her ferman öncesinde referandum mu yapılıyordu sanki?” diye soramadı, çünkü herkesin içine çıkabilecekleri medya kanalları bu soruları sorabilecek insanlara kapalıydı. Ama ekranları bu düşünceye kapamak, sokaktaki insanın da zihnine sahip olmak demek değildi; sağduyu sahibi vatandaş Atatürk devrimlerini bugünün Türkiye’sinin şartlarıyla değil, devraldığı Osmanlı’nın ve dünyanın o zamanki şartlarıyla değerlendirmesi gerektiğinin farkındaydı: Argüman saçmaydı ve inandırıcı bir gerçeklik görünürlerde yoktu. Çünkü dünyanın yarısının sömürge olduğu bir dönemde bağımsız bir Türk devleti kurulabilmiş ve beğenmedikleri Cumhuriyet inşa edilirken; ABD’de siyahlarla beyazların tuvaletlerine kadar her şeyleri ayrıydı, Almanya’da Hitler ve İtalya’da Mussolini Avrupa’nın geleceğinin faşizm olması gibi ciddi bir risk potansiyeli yaratıyorlardı, antisemitizm zaten vaka-i adiyeydi.
İkinci adım, Atatürk’ün yaptıklarının küçümsenmesi, aslında Atatürk’ün çok da fazla bir etkisinin olmadığı iddiasıydı. Bu denize pek çokları su taşıdı. Ne acıdır ki aralarında bir grup feminist de vardı. Kadınlara seçme seçilme hakkı verilmesinin yıldönümlerinde Atatürk’e duyulan minnetle dalga geçilmesi, devrimler yerine Osmanlı kadın hareketinin başarısından bahsedilmesi moda oldu. Bu o kadar kuvvetli kadın hareketi, Cumhuriyet döneminde bastırılmıştı, güya. O kadar kuvvetliyse nasıl bu kadar kolayca bastırılabildiğini kimse anlatmadı; Osmanlı kadın hareketinin güçlü olduğu Osmanlı coğrafyasında kurulan ülkelerde bu hakkın nasıl olup da bir Türk kadınlarına nasip olduğunu da. Ortadoğu’dan bahsetmiyorum, dönemin Yunanistan’ına, Bulgaristan’ına bakmak yeterli olacaktır. 1923’ten sonra Batı Trakya’da kalan Türkler, hala müftüler, kadılar ve imamların etkisi altındaydı; kadının sokağa çıkması meseleydi. Atatürk Türkiye’sine giremeyen softalar, buralarda Müslüman azınlığın hayatında güç sahibiydiler. Ve enteresandır ki güçlü Osmanlı kadın hareketinin bakiyesi, Türkiye sınırları dışında kalmış Osmanlı kadınları için bir şeyleri değiştirememişti! Tüm bunlar için uzun uzadıya herkesin tarih okumasına gerek yok, Türkiye uzunca yıllar bu ülkelerden göç aldı, hemen her ilimizde hemen herkesin Yunanistan veya Bulgaristan göçmeni bir komşusu olmuş, hikâyelerini dinlemiştir. Bu göç hikâyeleri de son yıllarda anlatılanların nasıl masal olduğunu gösterir niteliktedir. Sağduyu burada da galip gelir haliyle.
Bir sonraki aşama “demokratik olmayan bir Cumhuriyet’te”, “hiçbir şey yapmayan” Atatürk ve devrimci arkadaşlarının suçlulaştırılmaları aşaması oldu, ne yazık ki. Neyse ki bu aşama zurnanın zırt dediği yer oldu: İzmir’i Türk ordusunun yaktığı “gerçeğiyle” yüzleşme vaktiydi; bu gibi işler beklenebilirdi, çünkü İttihatçı kadroların Pontus “soykırımından” Ermeni ve Süryani “soykırımına” geniş bir “suç sicili” vardı. Bu suç sicilindeki sayılar da 29 Ekim, 10 Kasım gibi zamanlarda arttıkça artardı. (İyice pekiştirmek için gelişen hayvan hakları dalgasından yararlanmak niyetine Sivriada’ya toplanan köpekler de anlatılabilirdi pekâlâ. Ama ballandıra ballandıra anlattıkları Osmanlı kadın hareketinin çoğunun da İttihatçı olduğunu ağza almak kesinlikle yasak!) Tarihle yüzleşme heyecanı beklenmedik bir yere varmıştı, öyle ya, devrimler baskı yaratıyordu, hadi diyelim tamam, dedemin katıldığı Kurtuluş Savaşı da mı yalandı? Sağduyu sahibi vatandaş ailesinden duyduklarına, ailesinin kayıplarına, kayıplardan kalan eşyalara mı bakıp inanır, yoksa birbirlerine referans verile verile yazılan onca gazete yazısına mı? Cevap belliydi, sağduyu kazandı.
Sözün özü, dünya konjonktürünün yeniden ulus-devletler lehine dönmesinin, İslamcı örgütlerin yaptıklarının insanları bezdirmesinin, bir cemaat örgütlenmesinin ülkenin yönetimine el koyma girişiminden sonra laikliğin öneminin kavranmasının, değil geleceğin bugünün ekonomisinin dahi bilim ve teknolojiye dayanmasının, gelecek seçimlerde alttan alta yükselen “Atatürk olsaydı” sözlerinin, bu senenin Atatürk anmalarında, Cumhuriyet kutlamalarındaki vurguda etkisi illa ki vardır. Ama Türk halkının da kendine biçilen gömleği giymediğinin, kendine anlatılan yalanları sorgulamadan kabul etmediğinin de kanıtıdır. Bu memleketin insanı sağduyusunu hiçbir zaman kaybetmedi, o sağduyudur bugünkü halin temelinde yatan. Hiçbir şey yoksa bile bu, yarından umutlu olmaya değer.