İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur Balfour, 2 Kasım 1917 tarihinde İngiliz Yahudi liderlerden Baron Lionel Walter Rothschild’e gönderdiği mektupta “Majestelerinin hükümetinin Filistin’de Yahudi halkı için bir ulusal yurt” (national home) kurulmasına olumlu baktığını yazmıştı. Ortadoğu ve dünya siyaseti için bu son derece önemli deklarasyonun 100. yıldönümü vesilesi ile yapılan tartışmalar tarihin gölgesinin günümüze etkilerini göstermesi açısından ilginç bir örnek teşkil etmektedir.
Bu mektubun yüzüncü yılında İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ile Londra’da bir araya gelen İngiltere Başbakanı Theresa May, İsrail’in kurulmasına yaptıkları katkılardan dolayı ülke olarak gurur duyduklarını ifade etmekle beraber “Filistin topraklarında” bulunan yerleşimlerin barışın tesisi önünde engel teşkil ettiğini de eklemekten geri kalmıyordu. Aynı zamanda, Londra’da yapılan Balfour galasına katılmayan İşçi Partisi lideri Jeremy Corbyn ise Balfour Deklarasyonunun eksik kaldığını, dolayısıyla Filistin devletinin kurulması ile bu açığın kapatılacağını vurguluyordu.
Filistinli siyasetçiler ise bu ilanın İngiltere’nin kendisinin olmayan bir toprağı başka bir halka vermesi sebebiyle kendilerine karşı yapılmış tarihi bir haksızlık olduğunu söyleyip kendilerinden özür dilenmesini talep etmekteler. Bu bağlamda, Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas, Guardian gazetesine 1 Kasım 2017 tarihinde yazdığı bir makalede İngiltere’nin 100 yıl önce yaptığı haksızlığı telafi etmek için bugün, başkenti Doğu Kudüs olan Filistin devletini tanıması gerektiğini vurguluyordu. Ama aynı zamanda 2014 yılında Filistin devletinin hükümetleri tarafından tanınması gerektiği yönünde aldığı karardan dolayı Avam Kamarasına teşekkür ediyordu.
Deklarasyonun yapıldığı Birinci Dünya Savaşı dönemine bakarsak, 1916 yılında iktidara gelen Lloyd George hükümetinin Siyonist hedefleri destekler gözükmesinin ardında, sömürgeleri Mısır ile Hindistan arasında stratejik bir bölgeye sahip olma ve Amerika ile Rusya gibi ülkelerde yaşayan Yahudilerin desteklerini alma isteğinin olduğunu görebiliriz. Tabi İngiltere, Diaspora’da yaşayan Yahudilere sahip olmadıkları kadar güç atfediyordu. Ayrıca, Lloyd George dahil, İngiliz siyasetçileri, aldıkları dini eğitimlerinin etkisiyle Yahudilerin devlet kurmalarına karşı duygusal bir sempati duyuyorlardı. Buna mukabil bu taleplere karşı duranların başını, kabinenin tek Yahudi üyesi, Hindistan’dan sorumlu devlet Bakanı Edwin Montagu çekiyordu. Bu pozisyonunun ana sebebi Yahudilerin özellikle Batı ülkelerinde kazanımlarını kaybedecekleri korkusu ve Osmanlı İmparatorluğu gibi ülkelerde antisemit saldırılar olabileceği endişesi idi.
Balfour Deklarasyonu hakkında akılda tutulması gereken önemli noktalardan biri vaadin bir ulusal yurt olduğu idi, yani bir devlet sözü yoktu. Bu ifadenin amacı, İngilizlerin anlamı tam olarak belli olmayan bir kavram kullanmak istemeleriydi. Daha da önemlisi, İngiltere Yahudilere verdiği sözlerini tutmadı. Şöyle ki, 1939 tarihli Beyaz Dosya (White Paper) ile İngiltere, deklarasyonun Yahudi devletinin kurulmasını da kapsayabileceğini, ancak Arapların arzularının hilafına bir devletinin kurulmasının mümkün olmadığını açıklıyordu. Ayrıca, Filistin’e Yahudi göçünü 5 yıl için toplam 75 bin kişi ile kısıtlıyor, bu tarihten sonraki göç imkanlarının Arapların rızasına bağlı olduğunu ifade ediyordu. On yıl içinde Yahudilerin ve Arapların beraber yaşadığı bir devletin kurulması da İngiltere’nin teklifleri arasında idi. Aslında tipik bir sömürgeci politika izleyen İngiltere, böl ve yönet prensibini devreye sokuyor ve kendi çıkarlarını koruyordu.
Ayrıca hatırlanmalı ki Birinci Dünya Savaşı esnasında Osmanlı İmparatorluğuna isyan eden Şerif Hüseyin ile İngiltere’nin Mısır’daki Yüksek Komiseri Henry McMahon arasındaki 1915-1916 yılları arasındaki yazışmalarda, Araplara bağımsız bir devlet sözü verilmekle beraber Filistin topraklarının buna dahil olup olmadığı tam belli değildi. Burada da tüm metinlerde olduğu gibi açık olmayan ifadeler vardı. Şöyle ki Şam, Halep, Hama ve Hums’un batısındaki topraklar özellikle Mersin ve İskenderun’un Arap olmadığı, dolayısıyla kurulacak Arap devletinin sınırlarının dışında kalması gerektiği İngiltere tarafından Şerif Hüseyin’e ifade ediliyordu. Bu yeterince açıktı ancak Filistin’in statüsünün ne olacağı belirlenmiyordu. Bir taraftan, İngilizlere göre bu topraklar kurulacak Arap devletinin sınırları dışında bırakılmıştı. Araplara göre ise Filistin coğrafi olarak Şam’ın güneyinde bulunması sebebiyle yukarıdaki ifadelerin kapsamına girmiyordu. Her ne olursa olsun İngiltere hem Araplara hem Yahudilere verdiği sözleri tutmuyor dolayısıyla bu devletlerin kurulması ancak sonraki gelişmeler sonucu gerçekleşebiliyordu.
Bugüne gelirsek İngiltere’nin sömürgeci geçmişi hala tartışma konusu olmaya devam etmekte. Her ne kadar İngilizler sözlerini tutmamış olsa da, o dönemde Balfour Deklarasyonu Yahudiler açısından ciddi bir moral kaynağı oluyor ve kurulacak devlet için siyasi taleplerine meşruiyet sağlıyordu. Ayrıca, daha da önemli bir gelişme, Birleşmiş Milletlerin 1947 Taksim Planı ile Filistin’de bir Yahudi ve bir Arap devletinin kurulması kararını almış olmasıdır. Her ne kadar bu karar Arap devletlerince kabul edilmese de İsrail İngiltere’ye rağmen ve Filistinliler ve Arap devletleriyle yaptıkları silahlı çatışmaların sonucu kurulmuştur.
Okumalar
Jonathan Schneer. The Balfour Declaration: The Origins of the Arab-Israeli Conflict.
Berel Wein “A Century of Balfour”,
http://www.israelnationalnews.com/Articles/Article.aspx/21248
Mahmoud Abbas “Britain must atone for the Balfour Declaration- and 100 years of suffering”, https://www.theguardian.com/commentisfree/2017/nov/01/arthur-balfour-declaration-100-years-of-suffering-britain-palestine-israel