Türkiye kamuoyu gerçekten ilgi alanında olan konuları bile ya yıl dönümünde anmakla geçiştiriyor ya da o konuyla ilgili yeni bir olay olduğunda parlayıp sönüyor. Maalesef temel ilgi alanlarımız hakkında uzun vadeli bir takip yapıp süreci derinlemesine incelemek, yeniliklerden haberdar olmak ve fikir üretmek gibi bir alışkanlığımız yok. Olmayınca da sonuç yıldönümlerinde pankart taşıyarak yürümek, birkaç gün içinde unutulacak bir boykot düzenlemek veya büyükelçilikler önünde kısa süreli eylemlerle yetinmek oluyor. O arada da birbirimizi kırdığımızla kalıyoruz.
Bu, Amerika ve Rusya’yla yaşanan krizlerden eskiden Osmanlı’nın olan topraklarda bugün yaşanan olaylara kadar hep bu şekilde ilerliyor. Trump’ın büyükelçiliği Kudüs’e taşıma kararıyla Filistin meselesi bir anda nasıl jenerik olduysa, Batı Trakya, Balkanlar, Suriye de aynı kaderi paylaşıyor. Türkiye Zarrab davasına odaklandığında gözden kaçan bir dava daha oldu oysa, dünyanın konuştuğu Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde savaş ve insanlığa karşı suçlardan 20 yıl hapis cezası alan Bosnalı Hırvat General Slobodan Praljak, hüküm açıklandıktan sonra suçsuz olduğunu bağırarak zehir içip intihar etti, ölümüne canlı yayınla tüm dünya şahit oldu.
Praljak, yargılandığı ‘Prlic ve diğerleri’ davasında Boşnak-Hırvat Savaşı sırasında Bosnalı Müslümanlara karşı işlenen savaş suçlarından beş diğer Bosnalı Hırvat yetkiliyle beraber suçlu bulundu; kararı reddederek, Naziler tarafından da yaygın bir şekilde kullanılan potasyum siyanürle intihar etti. Bu teatral intiharı ilginç kılan asıl şeyse, Praljak’ın insanı üzerinde düşünmeye davet eden sıra dışı yaşamı.
Mostar Köprüsünün yıkılması emrini vermesiyle hatırlanan Praljak, gönüllü olarak savaşa katılmadan önce, biri de mühendislik olmak üzere tam üç üniversite bitirmiş, tiyatro ve film yönetmeni olarak kariyer yapmış biri. 1945’te, II. Dünya Savaşı bitmek üzereyken doğan Praljak, komünistlerin kurduğu polis teşkilatı üyesi bir babanın evladı olarak hayata başlıyor: Partizanların Nazileri temizleyip yeni bir ülkenin temelini attığı bir zaman ve baba da Nazi işbirlikçilerini bulup cezalandıran bir komünist. Böyle bir aile geçmişine sahip birinin savaş zengini olması, kumanda ettiği birliklerle kan dökmesi, Müslümanlara toplama kamplarında işkence etmesi, köyleri ateşe vermesi günümüz insanını dehşete düşürüyor. Üstelik savaştan sonra kahraman muamelesi görmesi, ölümünden sonra Bosna-Hersek Cumhurbaşkanlığı Konseyinin Hırvat üyesinin mahkemeyi suçlar tavrı ve anısına mumlar dikilmesi insanın kanını donduruyor.
Aslında Praljak’ın kendi senaryosuna yazdığı bu final, tam olarak da bu açıklamaları ve anısına dikilen mumları davet ediyordu; siyanürü toplama kamplarındaki on binlerce Yahudi’yi katletmek için kullanan Nazilerle aynı final. Himmler, Goebbels ve Göring gibi Nazi liderleri de potasyum siyanürü tercih etmişlerdi. Bu isimler de iyi okullardan mezun olmuşlardı, hatta Goebbels felsefe doktorası sahibiydi. Peki, bu nasıl mümkün oluyordu?
Her şeyden önce ilk göze batan, hiçbir şeyin garantisinin olmaması. Toplumun değişimi, değişen dünyada olayların beklenmedik şekilde seyretmesi komünist bir babanın iyi eğitim almış sanatçı ruhlu oğlunu insanlık suçları işleyen bir katil haline getirebiliyor; bizi dehşete düşüren asıl bu olmalı: Demek ki ırkçılık en berrak zihinleri bile ele geçirecek kadar güçlü bir zehir. Bir ikincisi, II. Dünya Savaşı’ndan alındığı düşünülen derslerin, yalnızca tarih kitaplarıyla sınırlı kalması. Öyle ki Bosna’da 90’ların ilk yarısında yaşananların mahkemeleri ancak bugünlerde sonlanıyor, suçluların cezaları ancak ömürlerinin son günlerinde veriliyor: İstemeye istemeye, mecburiyetten verilen cezalar gibi bir halleri var. Hollanda’nın Srebrenitsa Katliamı’nda sınırlı sorumlu olduğunu tespit etmek bile ancak geçen haziran ayında mümkün olabilmişti. Dahası, eğer Avrupa Birliği sürecinin zorlaması ve birliğe katılımın getirdiği motivasyon olmasa, belki bugün bu kadar geç de olsa bir şekilde yargılanabilen suçlular, hiç yargılanamayacaklardı. Savaş suçlularının ölümünün ardından mum dikenler, sağlıklarında saklanmaları için gerekli lojistik desteği esirgemeyeceklerdi tabii ki.
Tüm bunların en önemli sebebi, olan biteni “Aynılar aynı yere” şeklinde okumak. Sınıf kavramıyla başlayan geçtiğimiz yüzyıl, kimlik kavramıyla sona ererken bugünlere de kötü bir miras bıraktı. İç siyasette de dış siyasette de bunun acılarını çekiyoruz. Kimlik vurgulu bakış açısı bir yandan coğrafyaları genişletirken, bir yandan da bir köyün içinde bile huzursuzluk vesilesi olabiliyor: Nitekim Arakan Müslümanları için harekete geçilirken yanı başındaki Alevi komşusunun kapısına çarpı konulduğunda sessiz kalabiliyor birtakım insanlar.
Yazının en başına dönelim, Türkiye kamuoyu sadece belli başlı yerlerde, kendisine yakın bulduğu kimliklerle ilgili bir problem olduğunda ani reaksiyon veriyor. Bunu da çoğunlukla düşünmeden, duygusal olarak aldığı kararlarla yapıyor. Kimliklerin ve duyguların esiri olmaktansa oturup düşünmek, tarihe bakmak gerek. Bu davranış biçimi hâkim olduğunda da yeni Praljak senaryolarıyla karşı karşıya kalmayacağız.