Birleşik Arap Emirlikleri Dışişleri Bakanı Abdullah bin Zayed’in Twitter’da yaptığı terbiyesizlik ve ona gösterilen tepkiler, Osmanlı mirasının farklı coğrafyalarda nasıl algılandığına dair önemli bir olay. Zayed, Medine’deki kutsal emanetleri İstanbul’a getiren Fahreddin Paşa’yı hırsızlıkla suçlayan bir tweet’i takipçilerine aynen iletti: İngiliz desteğini arkasına alan Şerif Hüseyin’in kuşattığı Medine’yi, açlıktan çekirge yemek zorunda kalan askerleriyle savunan Paşa’nın, Zayed gibi küpünü doldurma derdi olmadığı muhakkak. Peki, buna rağmen, nasıl böyle bir şey söylenebiliyor?
Fahreddin Paşa’ya hırsız denmesi, kişisel bir mevzu değil; ortada Paşa’nın zimmetine para geçirmesi değil, kutsal emanetlerin kuşatma sırasında devletin başkentine taşınması gibi bir gerçeklik var. Yani Paşa’nın şahsına karşı söylenen bir laftan çok, bir devlet adamı sıfatıyla yaptığı eyleme, Osmanlı Devleti’ne direkt gönderme var. Zaten bakanın aynen kabul ettiği “İşte, Erdoğan’ın dedelerinin Müslüman Araplarla ilişkisi buydu” sözünde de bu gönderme var: “Osmanlı, Arapları sömürdü; onlara ait olanları kendine götürdü.” Haliyle burada Çöl Kaplanı namlı Fahreddin Paşa’nın nasıl bir kahraman olduğunu anlatmaktan başka söylenecek şeyler de var.
Olaya Türkiye’den gelen tepkiler, Arapların İngilizlerle işbirlikleri ve tarih kitaplarından hatırladığımız “arkamızdan bıçakladılar” söylemi üzerindendi. Oysa senelerdir görülmeyen, belki de görülmek istenmeyen bir şey var: “Arkamız” derkenki gizli özne “biz” kimler? Araplar kendilerini o “biz” içinde görüyorlar mıydı? “Arkamız” hepimizin arkası mıydı? Bu sorular, bugün hissedilen burukluğun, öfkenin, bazen inceden bir sitemin, haksızlığa uğramışlık duygusunun cevapları aslında. Böyle bir olayda tüm partilerin temsilcilerinin hızlıca saldırgan bir dile geçmesine, aradan biraz zaman geçince de hemen bu geçmişin unutulup daha da öncesindeki dostluk durumuna vurgu yapılmasında da bu sebep var. Türkiye’de siyaset yapan kimseler, “Büyük Türkiye” gibi kavramların, Osmanlı’nın parlak yıllarının geçmişine vurgu yapmaktan bugüne bir türlü gelemiyorlar; geldiklerinde de hayal kırıklığıyla karşılaşıyorlar.
Bir ulus inşa etmenin, “bir millet tahayyül etmenin” yolu kurucu mitlerden, kahramanlardan geçiyor. Bunlar gerçeğe dayanabildikleri gibi, gerçek temelli kurgulardan, yahut tamamıyla kurgulardan oluşabiliyor. Mitinizin, kahramanınızın kime karşı olduğu da sizin kimliğinizi nereye konumlandırdığınızın işareti oluyor. Almanya’nın kahramanı Hermann Romalılara karşı sınırlarını koruyan bir liderken, krallık ve sosyalist dönem ardından ulusal bilincini yeni yeni kurgulayan Arnavutluk’ta bu lider, Osmanlılara başkaldıran İskender Bey olabiliyor. İskender Bey’in devasa heykeli Tiran’da meydana, tam da Türkiye’de “Yeniden büyük devlet oluyoruz, yeni Osmanlı’yı birlikte kuruyoruz” masalları anlatılırken dikildi. Türkiye’nin yeniden yükselip eski Osmanlı coğrafyasının meşru lideri olduğu ve olacağı varsayımı, malumu bir kez daha ilam etmek gerekecek, son yıllarda yaşadığımız bin türlü musibetin temel sebebi. Bu siyaset anlayışı, dış politikada Türkiye’ye ağabeylik rolü biçerken, kolay kolay kimsenin küçük kardeş olmaya yanaşmadığını ısrarla görmezden geliyor.
Osmanlı coğrafyasında kurulan genç ulus-devletlerin hemen hepsi, kuruluş mitlerini Osmanlı zamanından bir ulusal lidere, bir ulusal davaya, Osmanlı’ya karşı girişilen bir mücadeleye dayandırıyorlar. Bu petrol zengini butik Arap ülkelerinden tutun küçük Balkan devletlerine kadar zihinlerin arka planlarında kendine karşılık buluyor. Kendimizi kandırmayalım: Arapların Osmanlı’yı özledikleri, Türkiye’den yeni bir halifenin çatısı altında birleşecekleri, Türkiye’nin liderliğinde yükselişe geçmek istedikleri lafları, hiçbir karşılığı olmayan, neo-Osmanlıcı/siyasal İslamcı siyasetin hayallerinden başka bir şey değil. Arapların buna karşı terbiyeli-terbiyesiz herhangi bir tepkisinde hemen öbür cümleye geçiyoruz: “Bizi arkamızdan vurdular.”
Üstelik aklıselimin yerini öfkeye bıraktığı böylesi zamanlarda bu duruma hatalı davranışlarla biz de katkıda bulunuyoruz. Birleşik Arap Emirlikleri Ankara Büyükelçiliğinin sokağına Fahreddin Paşa’nın ismini tam da bu olaydan sonra vermek demek, karşıdan gelen böylesi saldırıyı aynen kabul etmek demek; hep tahayyül edilen “biz”in aslında olmadığını fevri bir şekilde açık etmek demek. Konu Arap dünyası veya Balkanlar olduğu zaman, realist değil romantik bir “ortak tarih” söylemiyle karşılaşıyoruz maalesef. Oysa bu “ortak tarihten” ortalama Türk insanı “bizim oraları yönettiğimiz zamanları” anlarken, onlar “başkalarının tahakkümü altında oldukları zamanı” düşünebiliyor. Kendimizce yakınlık kurmaya çalışırken mesafeleri büyütüyoruz haliyle. İki tarafın aynı zaman dilimi, aynı devlet ve aynı kavramlarla anladıkları birbirine taban tabana zıt. Tekrarlayalım, tarihsel gerçeklikleri değil algıları konuşuyoruz.
Dahası, tüm bu tartışma çok “manidar” bir zamanda patlak verdi: Trump’ın Kudüs kararına karşı ortak bir tepki verilmeye çalışılırken. Burada da tahayyülle gerçekliğin arasında dağlar kadar fark olduğu ortaya çıktı. BM Genel Kurulu’nda Bosna-Hersek’in çekimser kalmasına sosyal medyada verilen tepki bunu açıkça gösteriyor. İç savaş yıllarında yapılan yardımları hatırlatıp Boşnakları nankörlükle suçlayan bu kimseler, muhtemelen Bosna-Hersek’in tamamını Müslüman ve Boşnak zannediyor. Öyle bir şey olsa, iç savaşta Müslümanlara katliam yapanlar kimler olacaktı? Sözün özü, duygularda yaşayan coğrafyada gerçekten yer almak için duygusal tepkiler vermek, duyguları verili durum kabul edip üzerine siyaset inşa etmek yerine; bu coğrafyaların bugünkü gerçekliğini tam anlamıyla bilmek ve buna uygun yeni bir siyaset dili kurmak gerek. Zira bu ezberlerle dön dolaş aynı yere geliyoruz: Ya Arapların tavrı hayal kırıklığı oluyor, ya Boşnakları durup dururken kırabiliyoruz. Çünkü hayaller Neo-Osmanlı da olsa gerçekler bambaşka.
Şöyle söyleyelim o halde: Osmanlı dünle beraber gitti cancağızım. Ne kadar söz varsa düne ait. Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.