‘Gelecek’ yazımın başlığını merak eden arkadaşlarımın ‘beden dilinden’, ‘İnançlı Ateistler’ ifadesini kuşkuyla karşıladıkları izlenimini edindim… Bir de bu sınıfa kimleri koyduğumu bilselerdi, belki de “yok artık!” diyeceklerdi…
Belki, dinleri “halkların afyonu”, “insanlığın çocukluk nevrozu” gibi aşağılayıcı ifadelerle betimleyen Marx ve Freud’u inançlı saymama; belki de, “derin bir biçimde dindar” olduğunu söyleyen Einstein’ı ateist sınıfına sokmama itiraz edeceklerdi.
Bu -ve takip edecek iki yazının- bir amacı, bu ‘üç büyüklerin’ insana benzeyen (antropomorfik) bir tanrıyı reddetmekle birlikte, nasıl ‘derin bir biçimde inançlı’ olduklarını göstermek…
Bir diğer amacı da, gözlemle doğrulanmamış inancın, büyük dahileri bile yıkıcı yanılgılara düşürebileceğine dikkat çekmek.
***
Marx, Freud ve Einstein’ın üçü de, (Freud’un sözleriyle) “Spinoza’nın yarattığı entelektüel iklimde” yetişmişlerdi… Bu Spinozacı ortamda, egemen düşünce şuydu:
Tüm fiziksel, psikolojik ve toplumsal olaylar, onları içlerinden güden yasalara boyun eğerek oluşurlar. Bu içkin yasaları hesaba katmayan tüm bilim, felsefe ve değer yargıları uyduruktur.
Bu tavizsiz determinist ortamda çalışan bilim insanları, (Einstein’ın sözleriyle) “var olan şeylerin düzenli uyumunda açığa çıkan Spinoza’nın Tanrısına” inanmışlar… Ve dindarca bir tutumla, bu ‘içkin ilkeye’, insanlığın yararına yön vermenin yolunu aramışlardı. Marx, ekonomide; Freud, psikolojide; Einstein da fizikte.
***
Karl Marx ve İçkin Yasa Düşüncesi
Marx, toplumların tabi olduğu içkin yasayı ortaya çıkarmayı, henüz 24 yaşındayken, aklına koymuştu… O yıl, Kölnische Zeitung’da yayınlanan makalesinde, şöyle yazmıştı:
“ […] Teolojik fiziği kendisini Tanrıya adamış bir bakireye benzeten Bacon, fiziği teolojiden bağımsız kılınca, fizik doğurgan oldu…”
Kısır kalmamak için, felsefenin de, ‘toplumun iç yasalarını’ keşfetmesi gerekmektedir. Toplumların davranışlarını belirleyen bu yasalar da, fiziğinkiler kadar doğal yasalardır.
Marx’a göre, insanı diğer canlılardan farklı kılan, ekonomik davranışıdır. İnsan, kendi olanaklarıyla varlığını sürdüremez… ‘Doğayla’ -ve diğer canlılarla- sürekli olarak mücadele etmek, dünyayı kendi ihtiyaçlarına göre değiştirmek zorundadır.
Ama, ne var ki, insan dünyayı değiştirdikçe, ihtiyaçları da değişmiş olur… İhtiyaçlar değiştikçe, kültür değişir, kültür değişince, insan değişir… İnsan ile doğa, ‘diyalektik bir ilişki’, yani birbirini değiştirme süreci içindedir.
İlk iş, geçim araçlarının üretilmesidir… Vicdan, din, mantık, hukuk ve tüm entelektüel ürünler, maddi üretimden türerler. Yeni maddi ürünler ulaşılır oldukça, yeni kültürel deneyimler ediniriz… Yaşam tarzları ve modalar değiştikçe, duyarlılığımız da değişir; dünyamızı değiştirdikçe kendimizi değiştirmiş oluruz.
Toplumun nereye yöneleceğini belirleyen içkin yasa, tarih içinde de çalışır. Tarih, eskiden yaşanmış şeylerin hikâyesi değil, içkin hareketin zaman içinde izlenmesidir. Zaman içerisinde, toplumların bir nesilden diğerine uğradıkları değişimi izleriz… Ve bu bize, gelişmenin ne yönde olacağına dair fikir verir.
Tarihte, üretim ve takas modellerinin toplumları sınıflara böldüğünü ve bu sınıfların birbirleriyle mücadeleye girdiğini görürüz… Marx’ın Tarihsel Materyalizm doktrinine göre, ‘alt sınıflar’ ‘üst sınıfları’ yok etme eğilimindedir ve toplumlar tek sınıflı olmaya meylederler.
Sınıflar arasındaki mücadele, iki sınıfı karşı karşıya bırakmıştır: Kapitalist sınıf ve Proletarya. Marx’a göre, yasa çalışacak, alt sınıf (proletarya) üst sınıfı yok edecek, ideal gerçekleşecektir.
***
Marx’ın İnancı…
Marx’ın adalet anlayışına göre, toplumda tek bir sınıfın kalması adil bir şeydi… Ve tarih de -esrarengiz bir biçimde- adil ve ahlaklı bir seyir gösteriyordu. Marx, adeta ‘gizli bir elin’, hem planlı hem de adil bir biçimde, insanlığın hayrına çalıştığına inanıyordu.
… Ve Yanılgısı
Marx’ın bu inancı, ne yazık ki, teorik bir hata olarak kalmadı…
Marxistler, ‘Marx’tan daha Marxçı’ çıktı… ‘Halka rağmen halk için’ yarattıkları proletarya diktatörlüğünün baskıcı terörü, Marx’ın hayal bile etmediği acı ve ıstırapların kaynağı oldu.
Marxistlerin inanç dünyasında, Das Kapital, ‘kutsal kitabın’; Karl Marx ‘mesihin’; Proletarya da ‘seçilmiş halkın’ yerini aldı.
Ve biz de, doğruluğu akılla denetlenmemiş naif bir inancın, katı bir dogmaya dönüşmesine, bir kez daha tanık olduk.