Bize mi has yoksa herkes mi böyle bilemiyorum. Sanki yaşadığımız ülkede nelerin eksik veya nelerin yanlış olduğuna daha çok odaklanıyoruz. Oysa yurtdışına çıkıp yeni yerler gördükçe oralardaki güzelliklerin farkına sanki daha kolay varıyoruz. Garip bir his. Torun sevmek gibi. Sorumluluk olmayınca, sadece sevip, derdiyle uğraşma işini sahibine bırakabiliyorsun. Evet, yeni diyarları görmek, öğrenmek ve oralarda eğlenmek keyifli oluyorsa da, memlekete dönünce hepsini unutup işlere güçlere dalınca, daha iyi olması için çabaladıkça, hepsini unutabiliyoruz. Unutmamak için, kısa da olsa bu haftamı geçirmekte olduğum Güney Amerika’nın incisi Kolombiya’dan bazı gözlemlerimi paylaşacağım. Başlığı bu şekilde yazdım çünkü Güney Amerika’ya ilk defa gelmiş bulunuyorum.
Kristof Kolomb’un (İtalyanca Cristoforo Colombo) Yeni Dünya’yı keşfetmesi ile ortaya çıkan bugünkü Kolombiya’nın tarihi 1500’lerin başında gelen conquistadores ile başlıyor. İspanyollar, burada yaşayan yerlilerin altın ve gümüş madenlerini işlemek için yeteri kadar sağlıklı olmadıklarını görünce, Afrika’daki Kongo ve Angola’dan köleler getiriyorlar. Zamanla bu köleler, İspanyol misyonerlerin yardımı ile Katolik oluyor ve yerlileşiyor.
Ülkenin şu andaki nüfusu 49 milyon dolayında. Herhalde ırkçılığın en son olması gereken bir yapıya sahip: Nüfusun yarısını mestizo dedikleri anası yerli babası Avrupalı olan beyazlar oluşturuyor. Siyahiler nüfusun yüzde 11’ini temsil ederken, hiç karışmamış olan yerliler (Kızılderililer) ise yüzde 4’ünü oluşturuyor. Güney Amerika kıtasında Brezilya ve Meksika’dan sonra en büyük nüfusa sahip olan Kolombiya, aynı zamanda Meksika ve ABD’den sonra dünyada İspanyolca konuşulan üçüncü büyük ülke (İspanya = 47 milyon). Türkiye’nin yarısından biraz daha düşük GSMH’sı olan Kolombiya’da da, tüm gelişmekte olan ekonomilerde olduğu gibi, hızlı bir şehirleşme gerçekleşmekte. Hâlihazırda nüfusun yüzde 76’sı şehirlerde yaşamakta ancak, tarım sektörü de ülkenin en önemli sektörlerinden biri olmaya devam ediyor. And Dağlarının eteklerinde 1000 metreden yükseklerde yetişen siyah yapraklı kahve plantasyonları sayesinde Kolombiya, dünyadaki üçüncü büyük kahve üreticisi konumuna geliyor.
Kültürel ve coğrafi anlamda Kolombiya’yı tek kelime ile tarif edebilmek mümkün olsa idi, herhalde o kelime ‘çeşitlilik’ olurdu. Bir tarafı Pasifik’te diğer tarafı Atlantik’te olmak üzere iki önemli kıyısı bulunan Kolombiya’nın kuzeyinde Panama, doğusunda Venezuela ve Brezilya, güneyinde Peru ve Ekvator bulunuyor. Kuzey Güney aksında paralel iki sıra olarak inen And Dağlarının etkisi ile ülkede altı değişik mikroklima bulunuyor. Çöl ikliminden yağmur ormanlarına, dağ soğuğundan Karayip sıcağına, okyanus havasından tropik koşullara kadar her çeşit klimanın olduğu Kolombiya aynı zamanda, dünyanın en büyük bio-çeşitliliğe sahip olan ikinci ülkesi (yani, en çok değişik hayvan çeşidini barındıran bir ülke). Dini açıdan ise bu kadar büyük bir çeşitlilik bulunmuyor: nüfusun yüzde 71’i Katolik, yüzde 16’sı ise Protestan (ağırlıklı Evanjelik). Bahse değer bir Yahudi veya Müslüman nüfus yok.
Kolombiya büyük bir açılım içinde. 1980’lerde Güney Amerika’daki ülkeler sıralamasında Arjantin en başta, Brezilya ve Venezuela ikinci ve üçüncü iken, bugün Brezilya’dan sonra Kolombiya ve Şili’den bahsediliyor. Diğer bir ifade ile Arjantin ve Venezuela ekonomik anlamda bir zamanlar kral iken, yaşamış oldukları politik krizlerden dolayı ekonomik potansiyellerini gerçekleştirmekten uzaklaşıyorlar.
Kolombiya’nın son zamanlardaki yükselişinin altında son 30 senedir etkili olan iki büyük baş ağrısını halletmiş olması yatıyor. Bunlardan birincisi, FARC adı verilen ve 1960’larda Soğuk Savaş yıllarında anti-emperyalist Marksist – Leninist ideoloji ile örgütlenen, bilahare adam kaçırmalar, uyuşturucu üretimi ve diğer gayrikanuni işler ile kendini finanse ederek sayısız infazlara imza atan silahlı terör örgütü. Kurulu düzenle mücadele ediyorlar. Hâlihazırdaki Başkan Juan Manuel Santos sekiz yıllık iktidarı sırasında Kolombiya’nın en önemli konusunu FARC problemini çözmek olarak görüyor ve nihayet 2016 Haziran’ında bir ateşkes ve sulh anlaşması imzalıyor. Halkın oyuna sunulan bu anlaşma yüzde 50.2 gibi dar bir marj ile ret edilse de, bilahare yapılan düzenlemeler ile Kasım 2016’da parlamentodan geçerek yasalaşıyor. Haliyle, çok kayıplar vermiş halk kesimleri bu terör örgütüne af anlamına gelebilecek kanunlardan rencide olduğu için Başkan’ın popülaritesi çok düşüyor. Yine de, ülkede terör konusunun çözülmüş olması Başkan’a bir Nobel ödülü kazandırıyor ve turizm ve yabancı yatırım gibi çok önemli sektörlere alan açıyor. (Geçen seneki turist sayısı 5 milyon; üç sene öncesine göre ikiye katlanmış durumda).
İkinci büyük baş ağrısı ise uyuşturucu üretimi ve ticareti. Nedense, Kolombiya ile ilgili ilk akla gelen konu bu oluyor. Herhalde Narcos dizisinin de etkisi olsa gerek. Bir zamanlar Amerikalıların Türkiye ile ilgili tek bilgi kaynağı Midnight Express idi hani… Onun gibi. Oysa ABD’nin de yardımı ile Kolombiya hükümeti bu konunun üzerine kararlılıkla gidiyor ve 1993’te Pablo Escobar’ın öldürülmesi ile başlayan süreçte ülkedeki uyuşturucu kartellerini yok etmeyi başarıyor. Halen dünyanın en büyük koka üreticisi olsa da, Escobar döneminin kanlı hesaplaşmalarının geride kaldığını ifade ediyorlar.
Bu hafta Cali – Medellin arasında planladığımız inanılmaz yeşil ve inanılmaz güzel manzaralı dağlık yollardaki 1500 kilometrelik seyahatimiz henüz bitmeden, Baranquilla’daki karnavalı da yaşayabilmek, Cartaghena’da kumsalda yürüyebilmek, şu İspanyolcayı adam gibi konuşabilmek, hatta Cali’de salsa dersleri almak için yeni planlar geçiyor kafamdan. Hem görecek hem de yazacak çok şey var ama, yer de kısıtlı zaman da… Dedikleri gibi, daha dönmeden, Kolombiya’ya yapılan bir seyahatin en zor tarafının dönüşü olduğunu okumuştum, gerçekmiş.