Vasıflısını antik çağda bulmak için çok uğraştılar. Lakin bizzat çabalayanın kellesi alındığından en azından idealleri için ölen, duruma ancak bir vasıf kazandırabildi. Bahsettiğim kişi bildiğiniz üzere Sokrates.
Vasıflısını antik çağda bulmak için çok uğraştılar. Lakin bizzat çabalayanın kellesi alındığından en azından idealleri için ölen, duruma ancak bir vasıf kazandırabildi. Bahsettiğim kişi bildiğiniz üzere Sokrates. Ayrıca hatırlayacaksınız ki, felsefenin yaşaması benim ölmemden daha önemlidir diyen Aristo aynı “cesareti” göstermeyerek ya da pragmatik davranarak kentten kaçmayı uygun bulmuştu. Aristo, dinsizlikle suçlandığında Atinalıların, Sokrates’i ölüme mahkum etmekle işlemiş oldukları suçu yinelememeleri için kaçtığını söyledi. Haliyle felsefe dünyasını daha en baştan krize sokan temel ikilemdi, Sokrates ve Aristo’nun hayatları ve de ölümleri! Ahlak ve etiği, kaçan yahut kalan arasında aramak felsefenin ruhuna tümden ihanet etmek olacağından asıl mesele fikirlerin halen yaşamasıydı.
Lakin günlerden bir öğleden sonrası hararetli bir konuşmaya tanık olan Sokrates dayanamayıp o tartışmanın arasına girer. Her zaman yaptığı gibi esaslı bir soru ortaya atar. Fakat karşısında dut yemiş bülbül gibi kalan adam ona cevap veremeyince acil işleri olduğunu söyleyip oradan sıvışır. Euthyphron’u tuvalete kaçırtan bu soru “ahlaki davranışlar, Tanrı tarafından emredildiği için mi ahlakidir, yoksa ahlaki olduğu için mi Tanrı tarafından emredilmiştir” şeklindedir. Öyle iki uçlu bir sorudur ki, tarihe Euthyphron ikilemi ya da ilahi buyruk teorisi olarak geçer.
Euthyphron ikilemi, sadece felsefe dünyasını değil, destekçilerini de bularak Hristiyanlık geleneğini ve İslamiyet alemini de etkiler. Bir şey Tanrı emrettiği için ahlakidir görüşü, kimi zaman da bir şey ahlaki olduğu için Tanrı emretmiştir bakış açısıyla yüzyıllar içinde yer değiştirir. Bugün aynı soruyu hayata uyguladığımızda ümit vaat eden yanıtlara baktığımız söylenemez.
Ahlak elbette çok derin bir kuyu. Ve oraya attığımız muhtemel ağır bir taşı çıkarmanın bedeli bazen yüzyıllarca sürerken dönemin şartlarına kurban giden ise çoğunlukla cesaret olur.
Benim merakım ise Tanrı buyruğundan ziyade, yasal zeminde ortaya çıkan tuhaflıklara uzanıyor. Mesela mevcut yasalar gerçekten işimize yarayacağı düşünülerek mi yapıldı yoksa yasa olduğunda mı işimize geldiği gibi yaraması gerekiyordu?
Çözümlemeye bakarsak, örneğin Anayasa Mahkemesi kararlarına ilişkin son dönemde oluşan tartışmalara göre kendi felsefe taşımızı yerinden oynatmış sayılıyoruz. Hatta kimi kararlara istinaden yapılan yorumların Sokrates ve Aristo’nun bile içinden çıkamayacağı vasıfta yorumlanması ayrıca hayret uyandırıyor.
Ama sonuca bakılırsa işimize geldiği şekilde yorumlamak bize kuralların eğilip büküldüğü hatta kişiye ya da duruma endeksle pek de tanınabilir olmadığı fikrini veriyor. Haliyle ahlak barometresi ki varsa eğer böyle bir şey! yasal zemin buna hangi köşeden bakıyor?
Öte yandan kurallara inandığımız için mi uyma eğilimindeyiz yoksa emir demiri keser mantığına boyun eğdiğimiz için mi uygularız?
Ve hatta kanunlar devlet tarafından emredildiği için mi önemlidir yoksa elinde kanunu taşıyan devlet mi önemlidir?
Ayrıca kurallar gerçekten ihtiyaç duyduğumuz için mi vardır yoksa binlerce yıldır koyun olmayı sevdiğimiz gerçeğinden kaçamadığımızı kabul edememek adına mı tabiyiz kurallara?
Gençlerin ahlakını bozduğu gerekçesiyle ölüme mahkum olan Sokrates gerçek bir filozoftan mahrum kalan Atina’yı ahlaksızlık meselesiyle baş başa bırakıp aradan çekildiğinden beri soruyoruz. Gerçekten mahkum edilenin kim ve ne olduğunu…
Nietzsche ise sıra dışı bir yaklaşımla “ahlaklı insan, ahlaksız insandan daha aşağı bir türdür” diye niteler. Ona göre gelişmek için mevcut ahlakı reddetmek gerekir. Ancak üstün insan manifestosunda kendi değerlerini geleneğe dönüştürür. Güçlü olana önem verir. Hatta davayı kutsal yapan şeyin iyi bir savaş olduğunu savunur. Dünyayı savaş meydanına benzeten Nietzsche, güce başlı başına bir hayranlık duymuş ve onu ahlaksal ölçülere ya da etik unsurlara bakılmaksızın kazanılacak bir şey olarak görmüştür.
İçinde yaşadığı dönemin ahlâk anlayışını köle ahlâkı olarak yorumlar ve dinsel değerlere karşı çıkar. Bunun yerine insanlara yeni amaç ve değerler sunmaya çalışır.
Nietzsche’nin bu görüşlerinden en çok Hitler etkilenip ne yazık ki korkunç bir ‘üstün ırk’ görüşüne kapılmıştı. Hayatı büyük ölçüde güçten ibaret gören Nietzsche, güçlerin çarpışmasından ve güçsüz olanın elenmesinden başka bir şey olmayan savaşı üstün insana ulaşma noktasında bir araç olarak savundu.
Sosyal medyalı yeni dünya realitelerine baktığımızda ise Nietzsche’nin dediği gibi güçlü olanın ahlak kavramının çerçevesini belirlediği bir dönemde yaşıyoruz. Savaş iyi mi bilmiyorum. Ama bir sabah uyandığımızda Sokrates oluyoruz, başka bir sabah Aristo gibi sebeplere sığınıp tartışmanın üstüne çıkıyoruz. Ancak öteki sabah Euthyphron misali topukluyoruz. Ya da ahlak denen kelimeyi tv programlarında sabah akşam demeden çarşaf çarşaf ortaya saçıyoruz. Toplumsal yaraya parmak basacağız diye ayağımıza basılmasına müsaade ediyoruz.
Asıl soru, biz ahlakın yatağında kaç zamandır uyuyoruz?