Rusya, İran ve Türkiye’nin ortak inisiyatifiyle başlayan Astana süreci kapsamında çatışmasızlık bölgelerinin kurulması ile Suriye savaşı bir başka evreye girdi.
Geçen yedi yıl içinde, Suriye’de sahaya doğrudan veya dolaylı angaje olmuş aktörlerin birçoğu -özellikle hesaplarını Beşar Esad iktidarının gideceği üzerine yapanlar- savaşın gidişatına göre hedeflerini revize etmek durumunda kaldı. Bugün baktığımızda, Rusya ve İran kaynak aktardıkları Suriye Savaşı’ndan elde ettikleri kazanımlarını korumak gayretinde. ABD Suriye’de askeri varlığının kalıcı olacağını açıklarken her ne kadar IŞİD’in geri dönme riskini öne sürse de, uzun vadeli hedefi İran’ın Suriye’deki etkinliğine son verilmesi, bölgedeki gücünün çevrelenmesi.
Türkiye’nin önceliği ise, sınırlarında ABD desteğiyle gücünü pekiştiren Kürtlerin, Suriye ve Irak’ı da kapsayacak şekilde Akdeniz’e ulaşacak bir koridor oluşturmalarının önüne geçmek.
Nitekim ABD’nin SDG ile işbirliğinde ısrarı neticesinde Rusya ve İran’a daha çok yaklaşan Ankara bir süreliğine Esad karşıtı söylemi arka plana itmişti. Şimdi bu söylemin daha güçlü bir şekilde, üstelik de Afrin’e düzenlenen Zeytin Dalı Operasyonu kapsamında işbirliğine ihtiyaç duyulduğu sırada geri döndüğünü görüyoruz.
Öte yandan, Esad karşıtı duruşun pratiğe tam anlamıyla yansıdığını söylemek de zor. Zira geçtiğimiz hafta Soçi’de düzenlenen Ulusal Diyalog Kongresinde Esad’ın siyasi geleceği tartışma konusu yapılmazken, yeni ve kapsayıcı bir anayasa yapılmasına ilişkin karar alındı. Ancak Esad rejimini hedef alan beyanatların, Türkiye’nin hâlihazırda Suriye’de devam eden askeri operasyonlarını kolaylaştırmadığı aşikâr. Bunu yine geçen hafta İdlib yakınından geçen Türk konvoyunun Suriye Ordusu veya İran’a bağlı olduğu iddia edilen güçlerce durdurulmasından anlıyoruz.
Afrin Operasyonu için yeşil ışık yakan Rusya’nın Ankara’nın Kürtler konusundaki kaygılarını tam olarak paylaşmadığı malum. Hatta ele geçirilen toprakların rejim güçlerine devredilmesi karşılığında operasyona geçit verildiğine dair iddialar var.
Her halükarda, Türkiye Suriye’de rejim değişikliği stratejisine geri dönecekse bunu Rusya veya İran ile gerçekleştirmesi mümkün değil.
Türk-Amerikan ilişkilerine baktığımızda, önü alınamayan gerilimin müttefiklik bağlarını tehdit eder hale geldiğini görüyoruz. Washington’ın Suriye konusunda Ankara’ya verdiği sözleri tutmadığı bir gerçek. Fırat Kalkanı Operasyonu, Fırat’ın batısına geçmeyeceği taahhüt edilen Suriyeli Kürtlerin kantonları birleştirmesini engellemek için yapılmıştı. ABD’nin IŞİD’le mücadele kapsamında SDG içindeki Kürt unsurları silahlandırması ve son olarak sınırda 30 bin kişilik ordu kurma kararı, Suriye’de Kürtlerle uzun soluklu bir işbirliği tasarladığının göstergesi. Washington’ın son birkaç yıldır yapmakta olduğu siyasi ve askeri yatırım düşünülürse, Kürtlere olan desteğini geri çekmesini beklemek gerçekçi olmaz. Bununla birlikte Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın açıklamış olduğu üzere Afrin Operasyonu’nda rotanın Amerikan askerlerinin de bulunduğu Menbiç’e yönelmesi durumunda, ABD ve Türk askerlerinin çatışma riski, Washington’ın iki tarafı da idare etme politikasının sonuna geldiğini gösteriyor.
Türk kamuoyunda Amerikan karşıtlığı tavan yaparken, iki ülke arasındaki güven bunalımı tam da Rusya’nın arzu ettiği şekilde NATO ilişkilerine olumsuz yansıyor. İncirlik Üssünün kapatılması yönünde çağrılar yine gündemde.
Bu arka planda Washington’ın sahada doğrudan çatışmayı önleyecek ve Ankara’nın güvenlik kaygılarını yatıştırıcı birtakım tedbirler alması tansiyonu indirecektir. Bu bağlamda iki ülke arasında diyalog kanallarının halen açık olması olumlu sayılabilir. Foreign Policy dergisinde ABD’nin Ankara eski Büyükelçisi James F. Jeffrey’nin David Pollock ile kaleme aldıkları yazıda ifade ettikleri üzere Suriyeli Kürtlerin PKK’dan soyutlanarak, Ankara ile uzlaşmasını sağlayacak bir formül arayışının uzun vadede değerlendirilen seçenekler arasında olduğu anlaşılıyor.
Ancak Türkiye’deki iç siyasi konjonktür, yaklaşan seçimler ve milliyetçi-muhafazakar ittifak göz önüne alındığında böylesi bir uzlaşı için uygun bir zemin olduğunu söylemek güç.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Vatikan ziyaretinde Zeytin Dalı Operasyonu’na ilişkin, Türkiye’nin teröre karşı kendi kendini müdafaa hakkı bulunduğunu ifade ederken, “Türkiye’nin mücadelesi Kürtlerle değil, terör örgütleriyledir” diyerek meselenin özünde halk düşmanlığı değil, güvenlik olduğunu bir kez daha vurguladı. Ankara ulusal güvenlik çıkarları söz konusu olduğunda artık boş sözlerden öte somut garantiler bekliyor.
Suriye’de işbirliği yapan aktörler arasındaki çıkar farklılıkları, savaşın gidişatına dair uzun soluklu öngörülerde bulunmayı güçleştirirken; Türkiye’nin koyduğu hedeflere ulaşabilmesi açısından birbiriyle çelişmeyen stratejiler geliştirmesini de zorunlu kılıyor.