Okuduğum kitabın sayfalarına gömülmüşken, yan odanın televizyonunda çalan şarkıyla duraksıyorum:
“Unutulmuş birer birer / Eski dostlar, eski dostlar”
Ezgisi bir yana, şarkının bu sözleri kulağıma çalındığında, kitabı elimden bırakıp düşüncelerimin engin okyanusuna dalıyorum: Eski dostlar deyince, bu yaşıma değin kimler gelip geçmedi, kimler dokunmadı ki hayatıma… Belleğimin insan galerisinde, kimler yer almadı ki… Yıllar boyunca anılarımdaki yerlerini koruyanlar, unuttuklarım, unutmak istediklerim, yaşantıma bir şekilde anlam katanlar… Düşündüğümde, her birinin hayatımda farklı bir yeri olduğunu görüyorum; oysaki eski dostlar, tüm yaşanmışlıklarıyla kendilerini her fırsatta anımsatıyorlar. Şarkının sözleri düşüncelerimi kışkırtmayı sürdürüyor:
“Unutulmuş isimlerde / Bilinmez ki nasıl, nerde / Şimdi yalnız resimlerde / Eski dostlar, eski dostlar”
Anımsamaya çalışıyorum. Gerçekten de dostların birçoğu yalnızca resimlerde kaldı. Kimi bir başka kentte, bir başka ülkede yaşamını sürdürüyor, kimi de ne yazık ki aramızdan ayrıldı. Oysaki fotoğraflara baktığımda, çekildikleri yaştaki canlılıklarıyla anılarımızda yaşadıklarını görüyorum.
Gün geliyor kalabalıklar içinde kendimizi yalnız duyumsuyoruz. İnsanlarla birlikteyiz, gülüyoruz, konuşuyoruz; ama onlarla duygu ve düşüncelerimizi paylaşmakta zorlanıyoruz. Sürekli adını koymakta zorlandığımız bir boşluk aramızdaki uzaklığı koruyor. Kimiyle zorunlu bir birliktelik yaşıyoruz, kimiyle süren çıkar ilişkileri, kimiyle de gelip geçici bir buluşma, yakınlaşma… Bu insanlarla olan söyleşilerimizde anlaşılamama, yanlış anlaşılma, onları incitme kaygısıyla sözcükleri daha özenli kullanmaya çalışıyoruz. Oysa eski dostlarla birlikteyken öyle mi?
Amerikan düşünürü ve deneme yazarı Emerson’un şu sözlerine katılıyorum:
“Yanlarında aptallık etmeyi göze alabilmeniz, eski dostların nimetlerindendir.”
Nitekim uzun yıllar görüşmediğimiz arkadaşlarla bir araya geldiğimizde, zamanda hiç kesinti olmamışçasına yaşımızı, sosyal konumumuzu bir anda unutuyoruz; çocuklaşıyoruz, şakalaşıyoruz, birbirimize takılıyoruz… Torunlarımızın yaşındaymışçasına… Hiçbir kaygı duymadan, önyargısız, birbirimize gücenmeden, sevecenlikle… Bu yakınlık, geçmiş onca yıla karşın sıcaklığını her zaman koruyor.
Ahmet Kutsi Tecer’in dizelerini anımsatacak olursak…
“Allahım ne güzel şey bu dost yüzü! / İnsanın kalbine dolan bu bakış!”
Dost sözcüğü geçer de Mevlâna’yı anmaz mıyım?..
“Ben dostlarımı ne kalbimle ne de aklımla severim. Olur ya kalp durur, akıl unutur. Ben dostlarımı ruhumla severim. O ne durur, ne de unutur.”
Ne mutlu o insana ki bir dost sıcaklığıyla yaşantısını doldurabiliyor! Hele eskidikçe daha çok değerlendiklerini duyumsayarak…