En Karanlık Saat adlı filmi izlerken klişeleşmiş tarih bilgilerimi tazeledim. Hani meşhur bir ilkokul Sosyal Bilgiler repliği vardır: “Almanlar yenilince biz de yenilmiş sayıldık.” Hâlbuki ordumuz Gelibolu cephesinde kahramanca savaşıp kazanmıştı. Çanakkale Savaşı’nda İngilizlerin yeni cephe açarak Rusya’ya deniz yolu açmaya çalışma stratejisinin Türklerce savuşturulması, hüzünlü bir kahramanlık destanı olduğu gibi, Anzaklar için de bir o kadar anlamsız ve kayıplı bir sayfadır. Büyük Britanya Krallığı için ise bunlar sadece savaş stratejisiydi. Kayıplar normaldi. Genç Churchill kendini büyük bir stratejist olarak addetmekteydi. Kraliyet Donanması denizde mayınlarda yok olmuş, karada süren çarpışmalar da 250 bin askerin ölmesine neden olmuştu.
Çanakkale’de müttefikler her ne kadar komutanlar savaşı iyi yönetemediği için yenilseler de, Churchill bu hikâyedeki günah keçisi olmuştur. Ordu yönetiminden men edilmesi üzerine siyaseti bırakıp tekrar eline silah alıp Fransa’ya cepheye gitti. Churchill, yenilgileri, daha büyük başarılar için yaşanması gereken deneyimler olarak görüyordu. Gerek Boer Savaşı, gerek de Çanakkale Savaşı, belki İngiltere’nin İkinci Dünya Savaşı’nda muhtaç olacağı dirayetli politikacı için gerekli birer süreçti.
‘En Karanlık Saat’, tam da o dirayetli siyasetçinin gerektiği dönemde geçiyor. Winston, İngiltere’nin müzakerelere oturmasını kabul etmeyerek başta savaşçı bir görünüm çizse de, kralın ve genel İngiliz halkının da asıl isteği olan tam bağımsızlık için gerekli duruşu sergiliyor. Gerçi yine insan feda ederek… Calais bölgesindeki askerlerin tamamen yok olmasını göze alıyor. İngiliz Ordusunun sıkışıp kaldığı sahilden kurtarılması gerekiyor. Calais Bölüğü’nün Alman ilerleyişini yavaşlatması sayesinde Dinamo operasyonu başarı ile gerçekleşiyor. Ve İngiliz askerleri büyük ölçüde Dunkirk’ten kurtarılıyor.
Filmi gerçekçi buldum. Kimse kahramanlaştırılmamış. Kral, Churchill’i sevmiyor ama kararlılığını destekliyor. Kendisine muhalif olan Chamberlain, Nazi Almanya’sını sevmese de daha fazla insan ölmesin diye müzakereleri destekliyor. Roosevelt ise, savaşa değil barışa katkıda bulunacak söylemleri destekleyerek Churchill’in acil ihtiyacına cevap vermeye yanaşmıyor. ABD, kendi prensiplerinin kabul görmesi üzerine sonradan savaşa dâhil olmayı kabul ediyor.
Churchill, savaş başarılarının aslında oy toplamak için en iyi yol olduğunu savunan bir siyasetçi. Savaşmaktan pek kaçınmadığı için barış ödülü alamasa da Nobel Edebiyat Ödülü almış… Kendisinin yazdığı ve eşinin okuduğu kabul konuşmasında, ödüle layık görülmesine çok şaşırdığını dile getiriyor. “Sizin şüpheniz yoksa benim de yok” diyor…
Filmde, Churchill’in pek çok gerçek hayat repliği izleyiciye hatırlatılıyor. Bunlardan beni en çok etkileyen, ‘başınız kaplanın ağzındayken müzakere yapamazsınız’ sözü oldu. Kısaca demek istediği, yumuşak başlılık ve müzakere, sadece eşit şartlardaki iki taraf arasında mümkündür. Diğer türlüsü sadece merhamet dilenmekten ibarettir. Adil sonuç çıkması imkânsızdır. Müzakere için donanımlı, güçlü ve hazırlıklı olmak gerekir…
Kısacası, İngiliz halkı tarafından savaş sonrası hükümetten atılan Churchill, tarihin en sevimsiz karakterlerinden biri olduğu halde, kaplanın ağzındayken teslim olmayarak, bir ülkenin gururlu geleceğini yazmıştır…