Türkiye’de hemen hemen her siyasi hareket, Türkiye’nin büyük bir dünya devleti olması arzusunu içinde taşır; ancak ne gariptir ve ne yazıktır ki dünya devi olmak için dünyanın bilgisini üretmek gerektiğini düşünmez, yalnızca kendi iç sorunlarıyla meşgul olur ve onu tartışır durur. Bu kendiyle ilgilenme durumu öyle bir körlüğe sebep olur ki, değil dünyanın tamamı, yanı başındaki komşusundan bihaber yaşar da haberi olmaz. Son birkaç yıldır Suriye’de olan bitenleri yakalayamamızın temelinde de bu var. Bugün İran’da olup bitenler hakkında da hepi topu birkaç olayı görüyoruz; İran’ı görüp bilen tanıyan neredeyse kimse yok ki ortada elle tutulur yorum da pek yok.
İran’ı çoğunlukla “Türkiye İran olur mu?” sorusuyla andık, oysa Türkiye’nin İslamcısı da İran’la o kadar alakasızdı ki Türkiye’yi İranlaştırmak istese nasıl yapacağı meçhuldü. Yalnızca İslam Devrimi ve uygulamalarıyla, uzaktan gördük. 1979’da bizle benzer yollardan geçmiş sayabileceğimiz bir ülkede, komşumuzda büyük bir olay yaşandı: İran İslam Devrimi. Şah’a karşı birikmiş öfke patladı ve muhalefet blokundan biri, İslamcılar, diğerlerini de tamamıyla tasfiye ederek baştan aşağı yeni bir rejim kurdu, kendine göre bir İslami Devlet modeli üretti. Dini otorite, modern dünyanın ortak kabulünün tam aksine, dünyevi otoritenin üzerinde konumlandı. Bu, her ne kadar bir dönem bizim İslamcılarımızın da hayal ettiği bir şey de olsa, muhtemelen altında yaşamayı istemeyecekleri bir yönetim biçimiydi; zira biz Osmanlı geleneğini bilen Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları, Sultanların Halife olduğu ama din işlerinin sorumluluğu için Şeyhülislamları atadığı ve yeri gelince görevden aldığı, yani bambaşka bir tarihsel deneyimden geliyorduk. O devrimin buraya ithali olmayacak işti, işti amma acaba İran’da ne kadar ve nasıl yaşayabilecekti?
Yurtdışında başarılı günler yaşayan İran, içeride bir süredir huzursuz. Bu huzursuzluk bugünün işi değil, Ahmedinejad’ın kazandığı ikinci seçimden sonra da buna benzer hareketler görmüştük; kıpırtılar sertçe bastırılınca içten içe kaynar olmuş ülke. Dini otoritenin dünyevi otoriteden üstün olduğunu belirtmiştik, dini liderin işaret etmediği Cumhurbaşkanı’nın seçilmesi, dini kurumların onaylamadığı isimlerin seçimlere dahi girmesi mümkün değil İran’da. Böyle bir güç birikmesine rağmen, ‘rejimin resmi ılımlısı’ gibi görülebilecek Ruhani, son seçimleri kazandı; ancak aranılan yumuşamaya yeterli bir cevap değilmiş demek. Çünkü İran rejimi, Suudi Arabistan’a “Bizde kadınlar araba kullanabiliyor” diye nazire yapsa da, 2018’in dünyasında, dünyadaki başka ülkelerde başka insanların nasıl yaşadığını gören geniş kitleler, önlerine konulanla yetinmiyor, hakkı olanı istiyor. İran’da başörtüsü zorunluluğuna karşı hareket de yine bu çerçevede değerlendirilebilir. Talep öyle kuvvetli ki katı rejim bile bu eylemlerden sonra başörtüsü yasağına uymayanları tutuklamayacağını açıklamak zorunda kaldı.
Geçtiğimiz yılın son günlerinde İran’da ekonomik gerekçelerle başlayan ayaklanmalar, birçok şehre yayılmıştı. Bu hareketi diğerlerinden ayıran temel farksa, rejimin en büyük destekçisi, en muhafazakâr bilinen şehirlerde ve taşrada ciddi şekilde desteklenmesiydi; ekonomik gerekçeler, hareketlenmeyi rejimin temellerine kadar taşımıştı. Haksızlığa son vereceği sözünü tutamamıştı rejim, çünkü küpünü dolduran mollaların çocuklarının verdikleri ev partilerini konuşuyordu şehir insanları, çünkü Instagram’da ‘İran’ın zengin çocukları’nı gören insanlara göz göre göre yalan söylemek pek mümkün değildi. Eskiden de verilen sözler her zaman tutulamazdı ama en azından minareye kılıf bulmak mümkün olurdu, internetten sonra o da zorlaştı. İnsanlar hissettikleri sınıfsal farkları net bir şekilde gözleriyle görebiliyorlar artık. Dahası, bu insanlar hepi topu 40 sene önce aynı yerlerdeydiler. Bir zamanlar bizde de çok tutan bir laf vardı, o çok iyi açıklıyor: Harun gibi gelip Karunlaştılar. Ve parası olan mollaların çocukları, mollaların sundukları renksiz hayata sığamadılar; o kadar para, yani dünya nimeti, bir şeyleri değiştirecekti elbet. Bu yalnızca sokağa dökülenler için değil, bizzat o mollalar için de büyük hayal kırıklığı kabul edilebilir: İslamcılığın hülyaları, hayatın gerçeklerine yenildi bir yerde.
Aynı konuda bir diğer örnek de başörtüsü zorunluluğu. Bu zorlamaya karşı geçen Mayıs ayından beri kadınların beyaz giyinerek yaptıkları “Beyaz Çarşamba” eylemlerinin ucu, başörtüsünü şehir meydanında sopaya asıp sallayan kadının bireysel eyleminden sonra iyice kuvvetlendi; kadınlar birbirlerinden cesaret alarak eylemliliklerini sürdürdü. Öyle ki Ruhani’nin kamuoyuna yeni duyurduğu, hükümete bağlı Stratejik Çalışmalar Merkezi’nin 2014’te yaptırdığı kamuoyu anketine göre, İranlıların yüzde 49,8’i başörtüsünün özel alana ait bir mesele olduğunu ve hükümetin bunla ilgili herhangi bir şey söylememesi gerektiğini düşünüyor; yani İran’ın yarısı başörtüsü zorunluluğuna karşı. Hükümete bağlı bir kuruluşun dört sene önce yaptığı ankette bu sonuca ulaşılıyorsa, gerçekteki vaziyeti varın siz düşünün. Tüm dünyada olduğu gibi İran’da da kadınlar çağdaşları gibi yaşamak istiyorlar, çünkü her şeyden önce, çağdaşlarının nasıl yaşadıklarının farkındalar ve “bireysel özgürlük” kavramının ne olduğunu biliyor ve içselleştirmişler. Öyle ki bu özgürlük alanına devletin her ne gerekçeyle olursa olsun dokunmasına karşılar.
Tarih, geriye akmaz hiçbir zaman. İran’da da bizim 19. yüzyılımızda ne olduysa benzerleri yaşandı; devletin başlattığı modernleşme hareketi, Avrupa’yı görüp tanıyan bir aydın sınıfının doğmasına vesile oldu. Bu insanlar yok olmadılar; bir kısmı devrim ardından ülkeyi terk etmek zorunda kaldıysa da bu hepsi için geçerli değildi. Seslerinin çıkmaması, daha doğrusu çıkamaması, bu insanların olmadığı anlamına gelmez. Modern dünya görüşü, İran’da da nüfuz etti ve günümüzün şartları, ilerleyen iletişim teknolojileri ve dünyanın 1980’den beri devam eden yeni ekonomik düzeni ile birleşince o halk bu gömleğe sığmaz oldu. Bu her yerde böyle.