Laiklik herkese yarar dindara da

Dr. Elif ULUĞ Köşe Yazısı 0 yorum
7 Mart 2018 Çarşamba

İran’daki başörtüsü zorunluluğuna karşı kadınların eylemlerini, hayat pahalılığının rejimin kalelerinde dahi protesto edildiğini konuştuk. İslam Devrimi’nin yarattığı yeni elitlerin ulaştığı zenginliğin, İslam Devrimi’nin hedeflerini yendiğini; yani hayatın akışına yenildiğini de. Zorlamayla en fazla akışı geciktirmek mümkün; tüm dünya bir yöne giderken, akışın karşısına kurulacak set, fazla dayanmaz. Ancak yine Türkiye’ye örnek olabilecek olaylar yaşanıyor İran’da ve buradan Türkiye’deki ezbere siyaset yorumları için çıkarılacak dersler var.

İki hafta kadar önce başkent Tahran’da Sufi inancına bağlı bir grup, Gunabadi Dervişlerine bağlı kişilerin tutuklanmasına karşılık protesto gösterisi düzenlemiş, eylemcilerle güvenlik güçleri arasında çıkan çatışmada beş güvenlik görevlisi ölürken, 300 Sufi de tutuklanmış. New York merkezli İran İnsan Hakları Merkezine göre son iki aydır bazı dervişler tutuklanmaktaymış. Grup, yine Şii İslam’ın takipçisi; üstelik bugün 90 yaşında olan liderleri Nurali Tabande, İran İslam Devrimi’nin ardından kültür ve adalet bakanlıklarında yardımcılık yapmış bir isim. Demek ki bir Müslüman, İslam Devrimi’ne katılmış ve görevler de alabilmiş bir dini lider, İslami kurallara göre idare edilen bir ülkede inancı yüzünden hapis ve şiddete maruz kalma riskiyle karşı karşıya kalabiliyor. Demek ki “baskıcı laiklik” laflarını ezbere kullanmak o kadar da doğru değil; zira bu grubun lideri, eğer laik bir ülkede yaşasa idi, muhtemelen böyle dertleri olmayacaktı. Neden mi?

Çünkü dinin bir yorumu, bir grubun elinde devletin resmi ideolojisi haline geldiği vakit, diğer yorumlara yaşam şansı tanımamak için elinden geleni yapar. Bu yalnız devlet zoruyla da sınırlı değildir; dervişlere ait dini merkezlerin devlet destekli gruplar tarafından harap edilmesi de buna bir örnek: Dindarlar, din adına, başka dindarların dini merkezlerine zarar veriyorlar, düşünün. İktidarı temsil edenlerle aynı din ve aynı mezhep, üstelik de muhtemelen benzer siyasi ütopyaya sahip olan muhalefet; hükümetin Şii İslam’ın herhangi bir başka yorumuna izin vermemesi ve dini, devlet organizasyonu içinde kurumsallaştırıp din adına karar verme hakkını yalnızca bir kişinin ağzından çıkan sözlere bırakması yüzünden kendine yaşam alanı bulmakta zorlanıyor. Demek ki İslami bir rejim, herkesi vurduğu gibi, Müslümanları da vuruyor ve ayrıştırıyor.

Bu idealin bir diğer yaşam alanını, mikro boyutlarda Suriye’deki iş savaşta da görüyoruz. Hepsi din devleti kurma idealine sahip birçok örgüt, her gün birbirlerinden kopup birbirlerine karşı farklı isimlerle çatışmaya başlıyor. Bunu yaparken de ayrılmasını ve savaş açmasını dinin gerçek temsilcisi olduğu iddiasıyla, karşı taraftaki rakip grubu rahatlıkla tekfir ediyorlar; üstelik bu İslam dini açısından da son derece sakıncalı olduğu halde. Demek ki iktidara sahip olma güdüsü, manevi dünyayı ikinci plana atabiliyor; din adına hareket ettiğini iddia eden gruplarda.

Bu örneklere karşılık, Türk Devlet geleneğine baktığımızda, din ve din adamlarının konumunun, Müslümanların çoğunlukta olduğu diğer ülkelerden (popüler deyişle ‘İslam devletleri’) oldukça farklı olduğunu görüyoruz. Osmanlı’nın Kuruluş Döneminde birçok farklı itikadın Anadolu’da yer aldığı artık herkesin bildiği bir sır. Eğer Osman ve Orhan Beyler, bu grupları hemen dindışı ilan edip üzerlerine yürüselerdi; Osmanlı İmparatorluğu gibi bir gerçek bugün olabilir miydi? Zannetmiyorum. Osmanlı, eğer Balkanlar’da, Afrika’da kendine yayılma alanı bulduysa, Sultaların bunu ne dini ne fıkhı bir taassuba kapılmadan, devletin menfaatlerini ön planda tutarak her kesimden maksimum fayda sağlamasına borçludur. Fatih ile beraber devletin kurumsallaşması, Bizans’taki patrikliğin benzeri bir metotla, dini otorite olan şeyhülislamın sultana bağlanmasına, sultanların da “Zıllullah fi’l arz” olarak anılmasıyla kendini gösterir: Din ve devlet beraber yürümemiştir, devlet kontrolünde bir Osmanlı İslamı’dır söz konusu olan. Bu durumu direkt kötüye yormak yerine, din adına karar verenlerin, devlete zarar vermesi riskine karşı alınmış bir önlem olarak görmek gerekir. Yani bugün İran’da olanlar, olmasın diyedir.

Güncel olayların gösterdiği şey, modern devlet anlayışı ve laiklik değil de, dini otoritelerden birinin devlet otoritesini ele bir kez geçirdikten sonra diğer dindarlara neler edebileceğidir. Her inanca eşit mesafeyle yaklaşan bir devlet, inançların yaşamasını sağlar. İkincisi, devletin dini alanı düzenlemesi, kontrol etmesi yalnız Cumhuriyet’in ilanıyla gelen bir yöntem değildir; aksine bu coğrafyada bir geçmişi vardır, bir nevi devlet geleneğidir: Osmanlı’da böyle olduğu gibi, Bizans’ta da aynı şekildeydi; din, dünyevi iktidarın kontrolü altındaydı. Bu kontrol de, zihinlerde ilk anda canlandığı haliyle, yani herkesin yalnızca bir inanca inanması zorunluluğu şeklinde ilerlemezdi. Din ve devlet ilişkilerinin düzenlenmesi, toplumun kültürüne göre şekillenir, bu topraklardaki formül de işte böyledir.

Gelelim Türkiye’nin bugününe. Gazete köşelerinden kocaların karılarını dövmesine cevaz veren köşe yazarları da var; 6 yaşındaki çocuğun evlenebileceğinden tutup ketçapın şehvet uyandırdığına kadar her alanda ahkâm kesen hocalar da. Toplumun kendi hayallerine göre örgütlenmesini hayal eden bu gibi kimseler, bir kez yönetim hocalara geçse, kendilerine nefes alacak yer kalmayacağını bilseler keşke. Zira laiklik herkese yarar, dindara da.

 

1 Yorum