“Bak, insanlar bizi alkışlıyor!…
Beni, tamamen anladıkları için seviyorlar…
Seni de, hiç anlamadıkları için.”
Charlie Chaplin
Einstein’ın matematik lisanında yazdıklarını ‘Şarlo’ ile benim düzeyimde olanların anlamaması doğal… Şaşırtıcı olan, günlük lisanda dile getirdiği düşüncelerini, nasıl farklı ‘yorumladığımız’… Kimimize göre Einstein, ‘derin biçimde dindar’… Kimimize göre, ‘tam anlamıyla ateist’…
Neyse ki, kafalarımızdaki bu karışıklığın nedeni, zekâmızın yetmemesi değil… Kafamızı karıştıran, sevimli dahimizin -ve akıl hocası Spinoza’nın- ‘Tanrı’, ‘din’ ve ‘dindarlık’ kavramlarına, alışılmışın dışında anlamlar yüklemeleri.
Einstein’a bu ‘iki anlamlı’ söylemlerin ilhamı, muhtemelen, Spinoza’nın şu önermesinden geliyordu:
“Şeylerin doğasında rastlantısal hiçbir şey yoktur. Her şey, tanrısal doğanın zorunluluğu altında, belirli bir biçimde varolmaya ve işlemeye belirlenmiştir.”1
Spinoza’ya göre ‘tanrısal’ bir zorunluluk, yalnız maddi şeyleri değil, insanın davranışlarını da belirliyordu. İnsanın kendi istek ve düşünceleri üzerinde dahi egemenliği yoktu… Özgür irade, bir yanılsamadan ibaretti.
Her şeyin ‘tanrısal yasalarla’ belirlenmiş olduğu bu dünyada, mucizelere de yer kalmıyordu. Çünkü mucize, bir doğa yasasının ‘bir kereliğine’ iptali anlamına geliyordu ki, bu aklıselime aykırıydı.
Üstelik Einstein’ın ağzından düşürmediği, ‘Spinoza’nın Tanrısı’ dualarımıza karşı da duyarsızdı… Bir kilise okulundaki konferansından sonra, bir altıncı sınıf öğrencisi, “Bilim insanları da dua eder mi?” diye sormuş, Einstein, şöyle yanıtlamıştı:
“Bilimsel araştırma, tüm olayların doğa yasalarıyla belirlenmiş olduğu varsayımına dayanır […] araştırmacı bir bilim insanının, doğaüstü bir varlığa yapılacak bir dilekle olayların etki altında bırakılabileceğine inanması çok zordur.”
Tabii ki, dinsel çevrelerin bu fikirleri ‘hazmetmeleri’ de kolay değildi… Bu, nasıl bir Tanrıydı ki, insan işlerine müdahale edemiyor, dua ve yakarışlara duyarsız kalıyor, üstelik özgür iradeden de mahrum bırakarak, insanı ahlaki sorumluluktan da arındırıyordu?
Boston başpiskoposu, ‘ateizmle bir tuttuğu’ için, Katoliklerin Einstein’ı okumalarını yasaklamış; New York’tan Rabbi Goldstein da, bir telgraf çekme ihtiyacı duymuştu:
“Do you believe in God? Stop.”
Einstein’ın tarihe geçen yanıtı şöyle olmuştu:
“Ben, kendisini var olan şeylerin düzenli uyumunda açığa vuran Spinoza’nın Tanrısına inanıyorum; insanların kader ve eylemlerini kendine tasa eden bir tanrıya inanmıyorum.”
Bu çelişkili ifadelerinin neden olduğu şaşkınlığın farkında olan Einstein, ‘Din ve bilim’ başlığını verdiği bir denemeyle düşüncelerine açıklık getirmeye karar verdi. Bu denemede, insanın, öne çıkan ihtiyaçlarına göre dinsel duygular geliştirdiğini anlattıktan sonra, kendi ‘kozmik dinsel duygularını’ şöyle açıkladı:
“[Bu duygular içinde olan] birey, insan istek ve amaçlarının boş olduğunu, kendisini hem doğada, hem de düşünce dünyasında dile getiren yüceliği ve hayranlık uyandırıcı düzeni duyumsar […] Dindar dehaları belirgin kılan bu tür dinsel duygu, ne dogma tanır, ne de insan biçimli bir Tanrı; o kadar ki, temel öğretisi buna dayalı bir mabet de olamaz.”
Einstein’ın inançları…
Spinoza, evrenin tümünü belirleyen bir yasanın varlığını felsefi olarak kanıtlamıştı2. Einstein da, üzerine düşeni yapmak, yıldızlar gibi büyük kütlelerden, küçük ‘atomik’ parçacıklara kadar her şeyi izah edecek bir ‘tek formülü’ bulmayı umuyordu.
Oysa, yeni ‘kuantum mekaniği’, makroskopik boyutta3 gözlemlediğimiz belirleyici fizik yasalarının, atom gibi küçük parçacıklarda, yerlerini düzensizliğe bıraktığını düşündürüyordu… Atom-altında, aynı nedenler, farklı sonuçlar doğurabiliyordu.
Einstein ise, bunun mümkün olmadığını, görünen düzensizliğin altında işleyen kuralı henüz anlayamadığımızı savunuyor, ‘günün birinde’, klasik bir gerçeğin ortaya çıkarak görünen belirsizliği izah edeceğine inanıyordu: “Tanrı zar atıyor olamazdı”.
Ve yanılgıları(?)…
Atomun içinde görünen belirsizlikten, muhafazakâr çevreler, ilginç bir sonuç çıkarmıştı: Anlaşılan, doğada bazı şeyler önceden belirlenmiş değildi… Demek oluyordu ki, Einstein, artık bir mucizenin olabilirliğini hesaba katmalı, determinizmini ‘biraz’ gevşetmeliydi.
Einstein ise, mucizelerin, mevcut bir yasanın ‘istisnası’ olduğunu, yasanın olmadığı ortamda, istisnanın da olmayacağını, atomik süreçlerde görünen belirsizliğin mucizelerin olabileceğini kanıtlamanın yeri olmadığını savunuyordu.
Ayrıca, tarihte ‘rapor edilen’ mucizelerin hiç biri mikroskopik boyutta gerçekleşmiş değildi.
***
‘İnançlı Ateistler’ yazı dizisini böylece tamamlamış oldum.
Marx, Freud ve Einstein, ‘insan biçimli’ bir Tanrıyı reddetmekle birlikte, insan zihni dahil her şeyin, esrarengiz bir biçimde tutarlı olduğuna inanıyorlardı.
Ama insanın, doğa karşısında özel bir durumu vardı: Doğa, insanı bir yandan zorunluluğa tabi tutmuş, bir yandan da bu “tutsaklığını” sorgulayacak, zorunluluğa yön verecek bir akılla teçhiz etmişti.
Eğer insan, zorunluluğu akılla (Ananke’yi Logos’la) karşılayabilirse, bir nebze de olsa, özgürlük umudu vardı.
1 Etik (Bölüm 1; Ö.29)
2 Etik (Bölüm 1; Ö.14)
3 Duyu organlarıyla algılanabilir boyutta