6 Nisan Öldürülen Gazeteciler Günü… Türkiye’de böyle bir gün var ve öldürülen insanın ve hem de bu bir gazeteciyse ‘öldürülmesinin’ günü de olur mu demeyin. Ama böylesi bir günün saptanmış olmasının nedeni bu konuda bir farkındalık yaratmak
6 Nisan Öldürülen Gazeteciler Günü… Türkiye’de böyle bir gün var ve öldürülen insanın ve hem de bu bir gazeteciyse ‘öldürülmesinin’ günü de olur mu demeyin. Ama böylesi bir günün saptanmış olmasının nedeni bu konuda bir farkındalık yaratmak; geçmişte amaçları, inandıkları ilkeleri, idealleri uğruna öldürülmüş gazetecileri hatırlamak. Sadece ülkemizde değil tüm dünyada öldürülüyor gazeteciler, hem de bugünün dünyasında ‘çağdaş, özgür, ileri gördüğümüz ülkelerde bile… Amerika Birleşik Devletleri’nde 1837’den günümüze 39 gazeteci araştırdıkları konular yüzünden öldürüldü. 1980-1993 yılları arasında Gazetecileri Koruma Komitesi’nin bildirdiğine göre Vietnamlı, Haitili ve Çinli göçmen topluluklara bağlı çalışan 10 gazeteci politik nedenler yüzünden cinayetlere kurban gittiler.
Savaş bölgelerinde işini yaparken ölmek olasılıklar dahilinde ve ayrıca savaş muhabiri olmak da ancak gözüpek, maceracı, idealist insanların işi olabilir diye düşünüyorum. Ama barış zamanında koca koca kentlerin ortalarında bombalanarak, kurşunlanarak ya da daha nicesini hatırlayamadığımız yöntemlerle öldürülmek ne anlama gelmeli? Bunu nasıl anlamalı, anlamlandırmalıyız? Birilerinin çıkarlarını mı bozdu bu gazeteciler? Birilerinin süregelen düzenlerini mi rahatsız ettiler? Birilerinin canını sıkacak bilgilere ulaşıp onları deşifre mi ettiler? Buralarını bilmiyoruz, bilemiyoruz, sadece hissediyor ya da anlamlar yüklüyoruz, cevaplarımız hep dar alanda kısa paslaşmalardan ibaret. Çünkü öldürüldüler ve dosyaların çoğu faili meçhul cinayet denilerek kapandı…
Hafıza i beşer nisyan ile malüldür; yani demem o ki ‘insan hafızasının eksikliği, unutkanlığıdır.’ Biz insanlar kolayca unutuyoruz. Ama unutulmaz isimler var hiç aklımdan çıkmayan… Örneğin Çetin Emeç, örneğin Turan Dursun, örneğin Uğur Mumcu… 1990’lu yıllar, karanlık yıllar… Ancak başa dönmek ve bu felaket senaryolarının baştan ve hep en baştan yeniden neden ve nasıl yazıldığını hatırlatmak gerekiyor. Aynıları tekrarlanmasın diye… Hasan Tahsin Bey, 6 Nisan 1909’da Serbesti Gazetesi’nde İttihat ve Terakki yönetimini yazdığı sert yazılarla eleştirdiği için vurularak Galata Köprüsü üzerinde öldürüldü. Sonra 1910’da Sada-yı Millet Gazetesi’nden Ahmet Samim Bey, sonra 1911’de Şehrah Gazetesi’nden Zeki Bey, sonra 1914’te Alemdar Gazetesi’nden Şair Hüseyin Kami, sonra Silah ve Bomba Gazetesi’nden Silahçı Tahsin, sonra 1915’te Urfa’da Krikor Zohrab, sonra yine aynı yılda Sabah Gazetesi Başyazarı Diran Kelegyan, 1922’de İştirak Gazetesi’nden Hilmi Bey, yine aynı yıl Peyam-ı-Sabah Gazetesi’nden Ali Kemal Bey… Bu bilgileri Türkiye Gazeteciler Derneği’nin web sayfasından aldım. Hasan Tahsin, Ahmet Samim, Zeki Bey ve Hasan Fehmi İttihatçıların yönetme biçimlerine karşı çıktıkları, eleştirdikleri için kurşunların hedefi oldular diye yazılıyor tarih. Her babayiğidin harcı değil yanlışa yanlış diyebilmek, yürek istiyor ve hem de mangal gibi yürek. (Atasözü sanılan ve burada geçen ‘mangal’da İngilizlere direnişi başlatan Mangal Pandey adlı Hintli’den başkası değil.) Ben dedim oldu diyerek de değil üstelik bu dediklerini de yaptığı araştırmalarla temellendirdikleri, kalabalıkları etkileyip, peşlerinden sürükleyebilme tehlikesi olan adamlar ya da kadınlar oldukları için öldürüldüler. İlk basın şehidimiz Hasan Fehmi Bey’in öldürülmesi 31 Mart Ayaklanması’nı tetikleyen olaylardan biri olmuştur. Hasan Fehmi Bey’in cenazesi sırasında İttihatçılar’a muhalif olan hukuk fakültesi öğrencileri ve Mülkiyeliler, Sadrazam Hüseyin Hilmi Paşa’dan katillerin bulunmasını istediler. Kalabalık Sultanahmet’teki Meclis binasının önüne gelindiğinde elli bin kişiye ulaşmıştı. Rumi takvime göre 31 Mart, bugünkü takvimimize göreyse 13 Nisan’da yaşanan ve 13 gün süren olaylar 2. Abdülhamit’in tahttan indirilip yerine 5. Mehmet Reşat’ın getirilmesiyle sonlandı. Bu olayı sadece muhalif bir gazetecinin öldürülmesine bağlamak yetmez ama bir kıvılcımı da yangına dönüştürdüğü kaçınılmaz bir gerçektir.
Yine zamanda sıçrayalım ve 1980’lı yıllara gidelim istiyorum. 1980-1989 arasında 850 yayın yasağı konmuş; açılan basın davaları 2000’in üstüne çıkmış; 3000 gazeteci, yazar, sanatçı ve yayıncı sanık olarak yargılanmış; çıkan yazılar nedeniyle yazı işleri müdürlerine toplam 5000 yıldan fazla hapis cezası verilmiş, DGM’lerde 300 yayın için toplatma kararı vermişler; bölücülük ve komünizm propagandası yaptıkları gerekçesiyle 30 derginin 225 sayısı toplatılmış ve açılan davalarda 2000 yılı aşan hapis cezaları istenmiştir. Üstelik bu davalar ve kovuşturmalar toplumun her kanadından siyasi görüşü cezalandırma amacı taşıyordu. Basın davalarında 17 sol siyasi dergiye 142 ceza davası açıldı Bu dergilerde çalışan 101 gazeteci için 1894 yıl hapis cezası istendi. Bu dergiler 69 kez toplatıldı. Ama bu çılgın furyadan İslamcı dergiler de payını aldı. Ak Doğuş dergisine karşı açılan 22 ceza davası ve 30 çalışan içinse toplam 249 yıl ceza istendi. Dergi 5 kez toplatıldı. Ve ardından karanlık yıllar geldi. 1990’lar. 1992-93 yılları Çağdaş Gazeteciler Derneğinin yayınladığı raporlara göre 160 yıllık basın tarihinin en karanlık dönemi olarak kabul ediliyor. Bu yıllar arasında 309 gazeteci silahlı saldırıya uğradı. Bu saldırıların 15’i silahlı, 3’ü bombalı oldu. Çetin Emeç 1990’da ve yine aynı yıl Turan Dursun; İzzet Kezer ve Musa Anter 1992’de, Uğur Mumcu ise 1993’te bombalı bir saldırıda öldürüldü. Ve son olarak Hırant Dink. Hepsi de inançlı, araştırmacı, idealist insanlardı. Ve mangal gibi yürekleri vardı…
Soruyorum kendime peki nerede bu gazeteciler, basın emekçileri, bu gazete ya da dergileri basan makineler, binalar, paralar, insanlar, patronlar… Bazıları öldü, bazıları öldürüldü, bazılarıysa yaşıyor, bazıları vazgeçti, bazıları sıkıldı, bazıları başka başka işlere girişti, bazıları buralardan gitti, bazıları korktu… Ama çok korktu ve korktu ki ne korktu… Ve işte en önemlisi de böyle insanlar artık pek de kalmadı yani anlayacağınız şövalyelik bitti…
Ama ne denir? ‘Gidenler’; Baki kalan bu kubbede bir hoş seda oldular…