Birkaç gün önce Aktüel Arkeoloji’nin sitesinde 20 Mart 2018 tarihli bir yazı çıktı karşıma. Yazının başlığı ‘Üzücü Bir Şekilde Irak’ın Arkeolojik Değerlerini Satın Almak Çok Kolay’ şeklindeydi ve Mezopotamya’nın Mona Lisa’sı olarak bilinen Warka Başı’nın eve dönüş hikâyesinden şu şekilde bahsediyordu: “İnsan yüzünün en eski tasvirlerinden olan Warka Başı, MÖ 3100’lü yıllara tarihlenen çok önemli Sümer eserleri arasında yer alıyor. ABD’nin Irak’ı işgali sırasında Bağdat’ta bulunan müzede yağmalanan Warka Başı, müzedeki 15 bin eser arasında tekrardan yerini aldı. Iraklı bir muhbir tarafından öğrenilen bilgi ile çiftliğe düzenlenen baskında sağlam olarak bulunan Warka Başı 2003 yılının eylül ayında tekrardan müzeye götürüldü.” Haberler bununla da bitmiyordu; ortalama yedi bin eserin iade edilmesi sağlanırken sekiz bin eserin halen yok olduğu ve dünya mirası olan birçok tarihi eserin internet üzerinden elli Amerikan Doları gibi komik bir rakama satılabildiği yazıyordu. Tabii bu el altından satışın suçlusu olarak Mumya filmine de konu olan ‘toprakların, Amerikan işgalinde yağmalanması’ gösteriliyordu.
Kolektif hafızaya da vurgu yapmak gerekirse tarihi eserler bir toplumun geçmişini anlatan en önemli kalıntılardır ve onlardan yola çıkılarak bugünün altyapısını oluşturan toplumların gündelik yaşam pratiklerinden, ritüellerine, anlayış yapılarından nasıl yaşadıklarına kadar birçok bilgiye ulaşmamızda yol göstericidirler. Ancak ne yazık ki bir başka iktidarın devreye girmesiyle birlikte başta mimari yapı ve sanat eserleri yok edilmekte, yağmalanmakta veya dönüştürülmektedir. Dünya tarihinde egemenlerin en korktukları iki şey kanımca kitaplar ve sanat eserleri olmuştur. Bilginin, eleştirinin, özgürlüğün ve estetiğin iki ayağı olan kitaplar ve sanat eserleri denince aklıma ilk gelen ve sanırım en çok canımı yakan ilk örnek İskenderiye Kütüphanesi… Hayali veya değil; orayı betimleyen her çizim, her tasvir veya her modelleme, yaşayabilseydi nasıl bir muazzamlıkla karşı karşıya geleceğimiz konusunda her seferinde beni heyecanlandırır. Bir rivayete göre Roma İmparatoru Sezar, bir başkasına göre İmparator I. Theodosius, bir diğer söyleme göre Halife Ömer veya Komutan Amr İbn al-As, bünyesinde çokça hermetik kaynak bulunduran, Asur, Çin, Roma, Mezopotamya, Akdeniz, Hindistan ve Yunan’a kadar uzanan; İran ve Hint elyazmalarını barındıran binlerce eserin katil zanlıları olarak anılmaktalar. İskenderiye Kütüphanesi ne ilk ne de son. Tarih sayfaları arasında cehaletinin bütün hıncını kitaplara ve sanat eserlerine yönelten nice isimler ve toplumlar görmek mümkün, ancak Irak haberini de okuyunca yakın tarihte insanlığın gördüğü en büyük katliam olan Nazilerin yaptığı kıyımlar geldi aklıma ister istemez.
Öncelikle Nazilerin deyimiyle ‘yoz’, ‘alçak’ veya ‘düşük’ sanat var mıydı? Yoz bir kitap olabilir miydi? Alçak bir sanat eseri hangi estetik kritere dayandırılarak yozlaştığı iddia edilmekteydi?
Dışarıya oldukça naif görünmesine rağmen dört tarafı şüphe ve korkuyla çevrilmiş patolojik insanlar nasıl ki kişilerarası ilişkilerinde şaşılacak derecede şiddete ve zorbalığa başvuruyorsa iktidarlar ve toplumlar da aynı şeyi yapabiliyorlardı. Nazilerin ‘ruh hastası’ olarak nitelediği nice sanatçılar, aslında o zihniyetin temsilcilerinin yapıtlarındaki renklerin birleşiminden, çizgilerin uyumundan ve eserlerin içerdiği temadan zerre bir şey anlamamalarından ya da aslında tam tersi açıkça anlayıp etkilendikleri ve bu fırsatı kullanmak istedikleri için homurdanmalarından kaynaklanıyordu.
I. Dünya Savaşı’nın yıkımının küllerinden doğan Ekspresyonizm, bozulma sanatı olarak nitelendirilmiş ve modern sanatla uğraşan herkes takibe alınmıştı. Öyle ki, yozlaşmış olduğu iddia edilen sanat eserleri için bir sergi açılmış ve iktidarın yerleştirmek istediği ideolojinin genel hatları bu eserler üzerinden karşılaştırma yapılarak da örülmüştü. Ancak işin ilginç tarafı bu serginin ardından aşağılanan sanat eserlerinin galericiler aracılığıyla, satılmak üzere yurtdışına çıkarılmasıyla başlıyor, fakat Almanya’da yaşayan Yahudilere ait eserler ise saklanıyor ve savaş sonrası ortaya çıkarılıyor. Tabii şunu da belirtmekte fayda var, sergi esnasında yerin dibine sokulan eserlere kimse ilgi göstermeyince ne yazık ki 20 Mart 1939’da bin dört kadar resim ve heykel, üç bin 825 kadar da suluboya, baskı ve çizim Berlin İtfaiyesi’nin bahçesinde ateşe veriliyor ve bu propaganda işe yarayınca başta İsviçre’nin Basel Müzesi 50 bin Frankla sağ kalan sanat eserlerini almak için teklif sunarken, diğer sanat severler de müzayedeye katılmaya başlıyor.
Deutsche Welle Türkçe’nin 2013’te yaptığı bir habere göre Naziler tarafından gasp edilen yüzlerce değerli tablonun Münih’te bir evde ortaya çıkmasının Almanya Yahudi Konseyi’nin harekete geçmesine neden olduğu ve mirasçıların yıllar sonra bulunan birçok eser için uzun süren davalarda haklarını savunmaya çalıştığı belirtiliyor. Ancak davalarda belirsizlikler ve hukuki tartışmaların devam etmesi, hak sahipliği konusunda tarafları bazen çaresizlik içinde bırakabiliyor. 2015 yapımı Woman in Gold filmi aslında tam da bunu anlatıyor. Soykırım gerçeğini sanat eserleri ve hak sahipliği üzerinden sorgulatan önemli bir yapım olarak karşımıza çıkıyor.
Kim bilir, belki bundan seneler sonra Irak’ta darmadağın olmuş eserler üzerinden de hak sahipliği doğar. Acı olan taraf şu ki, hem bundan kâr elde etmek isteyen, hem de hiç acımadan insanlığın mirasını ateşe veren ve onu yıkıp yağmalayan zihinler sonsuza dek yok olmayacak.