Geçtiğimiz cuma günü Filistinlilerin Gazze sınırında başlattıkları ‘Büyük Dönüş Yürüyüşü’, 17 kişinin ölümü ve 1400’den fazla kişinin yaralanmasıyla sonuçlanarak İsrail-Filistin sorununu yeniden manşetlere taşıdı. 1948 Savaşı sonrası topraklarını terk etmek zorunda kalan Filistin halkının dönüş hakkını savunmak için düzenlenen yürüyüş İsrail’in kuruluş tarihi olan-Filistinlilerin Nakba (Büyük Felaket) olarak kabul ettiği-15 Mayıs’a dek sürecek. Bu dönem zarfında şiddet olaylarının artarak yeni bir İntifada’yı tetiklemesinden endişe ediliyor. Özellikle ABD’nin İsrail büyükelçiliğini Kudüs’e taşıyacağı tarih olarak 15 Mayıs’ı telaffuz etmiş olması bölgede tansiyonun giderek yükselebileceğine işaret etmekte.
Filistin tarafı yürüyüşün barışçıl koşullarda düzenlendiğini vurgularken, İsrail aralarında Hamas militanlarının bulunduğu göstericilerin güvenlik görevlilerine taşlar ve molotof kokteyli ile saldırdıklarını ve güvenlik güçlerinin bu saldırılara karşılık verdiklerini öne sürüyor. Diğer yandan, protestolarda vurulan silahsız sivillere ait görüntüler dolayısıyla uluslararası kamuoyundan İsrail’in göstericilere orantısız güç kullandığına dair eleştiriler gelmeye devam ediyor. BM Güvenlik Konseyine Gazze’deki olayları incelemek için bağımsız bir soruşturma açılması için sunulan tasarının ABD vetosuna takılması, Donald Trump yönetiminin İsrail’e olan koşulsuz desteğinin göstergesi. Başkan Trump, İsrail ile ilişkilerde selefi Obama’dan farklı bir çizgi izleyeceğine dair verdiği sözü tutarken, evanjelist seçmenlerine de göz kırpıyor. Fakat ABD’nin bu taraflı yaklaşımı, yalnızca İsrail ile Filistin arasında üstlendiği arabuluculuk rolüne zarar vermekle kalmıyor, uluslararası kurumlara olan güveni de aşındırıyor. Gazze’deki protestolar, aslında Filistin yönetimi içinde süregelen El Fetih-Hamas siyasi çekişmesinden bağımsız sayılmaz. En son 2006 yılında sandık başına gidilen Filistin’de taraflar geçtiğimiz kasım ayında, 2018 sonu itibariyle genel seçimlerin yapılması yönünde uzlaştıklarını duyurmuşlardı. Ancak birkaç hafta önce Filistin Yönetimi Başbakanı Rami Hamdallah’a yönelik suikast girişiminin ardından El Fetih-Hamas uzlaşmasının geleceği de sallantıya girdi, denebilir. Bu bakımdan, Arap Baharı’nı takip eden süreçte yalnızlaşan Hamas’ın, Gazze’de örgütlediği Büyük Dönüş Yürüyüşü ile Filistin sorununu yeniden uluslararası gündeme taşıyarak, bölgesel desteğini artırmaya çalıştığını söylemek yanlış olmaz. Ancak uluslararası siyasi konjonktür göz önüne alındığında, propaganda savaşı yürüterek bölgede İsrail’i izole etmeye çalışan Hamas’ın hesaplarının tutması oldukça zayıf bir ihtimal.
Bu noktada başta Suudi Arabistan, BAE ve Mısır olmak üzere Arap devletlerinin Filistin meselesine yaklaşımlarının altını çizmekte yarar var. Filistin konusuna duyarlı görünmelerine rağmen, Körfez ülkeleri ve Mısır’ın ABD’yi karşılarına alacak, askeri ve ekonomik çıkarlarını riske atacak hamlelerden kaçındıklarını, Trump yönetiminin Kudüs’ü tanıma kararı ardından görmüştük. Dolayısıyla Gazze’deki olaylar ardından, Katar Arap Ligini olağanüstü toplantıya çağırdığında, Suudi Arabistan ve Mısır’ın ayak diremiş olması çok da şaşırtıcı değil.
Bölgede İran varlığının geriletilmesi hedefi Arap ülkeleri, ABD ve İsrail’i birleştirmeye devam ediyor. İran’a karşı kurulan ittifak, İsrail’in kurulduğu günden beri yakındığı bölgesel kuşatılmışlığını aşmasını sağlarken, Filistin konusunda tek taraflı kararlar almasının maliyetini azaltıyor. Aynı zamanda uluslararası kamuoyundan gelen baskılara karşı da direnç sağlıyor.
İsrail-Filistin barış süreci Arap Baharı’ndan bu yana bir türlü durulmayan Ortadoğu gündeminde, Suriye’deki iç savaş ve IŞİD ile mücadelenin gölgesinde kalmıştı. Oysa Filistin halkının yaşam koşullarının gitgide kötüleşmesi ve siyasi çözüme dair umutsuzluk, IŞİD ve türevi cihatçı örgütlerin kümelenmesi için ideal bir zemin sağlıyor. İş bitirici olmakla övünen Başkan Trump’ın, diplomasi konusunda en ufak bir tecrübesi olmayan damadı Jared Kushner’e emanet ettiği Ortadoğu barış planından her iki tarafın yararına, hakkaniyetli bir çözüm çıkmasını bekleyen yok. İsrail ise mevcut statükonun elden geldiğince sürdürülmesinden yana. Dolayısıyla, barış masasının kurulması için uygun şartlar ve siyasi irade ufukta görünmüyor.
Son olarak, Gazze’deki çatışmalar, ABD’nin Kudüs kararıyla sarsılan Türkiye-İsrail ilişkilerinde yeni bir gerilime yol açtı. Liderler arasında gidip gelen sert mesajlar, soğuk iklimde seyreden normalleşme sürecini belki tersine çevirmeyecek. Ama güven bunalımını derinleştireceğinden, ilişkilerin geliştirilmesi için atılacak adımları geciktirecektir. Hâlihazırda, Türkiye’nin Astana süreci kapsamında İran ile işbirliği içinde olması, bölgesel dengeler açısından nerede konumlanacağına dair belirsizlik, İsrail’i temkinli davranmaya itiyor.
Gazze’deki protestolara geri dönersek… Türk toplumu Filistin meselesine daima duyarlı olmuş, İsrail ile ilişkiler bugüne dek Arap devletlerini küstürmeyecek bir dengede yürütülmüştü. Ancak Arap ülkeleri ile İsrail arasında işbirliğinin aleniyete döküldüğü bir dönemde, iktidarın Filistin meselesini diğer tüm Müslüman devletlerden daha çok sahiplenmesinde, savunduğu “ilkeli dış politika çizgisi” kadar, üstlendiği Müslüman dünyanın liderliği rolü (İslam Konferansı Örgütü Dönem Başkanı) ve iç kamuoyunu harekete geçirme hedefinin de payı bulunuyor. Bu açıdan, ABD’nin büyükelçiliği Kudüs’e taşıyacağı 15 Mayıs’a dek Türkiye-İsrail ilişkileri yokuş aşağı gitmeye devam edecek.