2017 yılında Türkiye ekonomisi rekor büyüme gösterdi. Ancak bu büyüme, Türkiye’nin 1,5 trilyon dolarlık uluslararası direkt sermaye hareketlerinden daha yüksek pay almasına, Türk Lirası’na yatırım yapan Japon teyzelerin geri gelmelerine veya Türk dizilerinden etkilenip 3 - 4 yıl önce Beylikdüzü’nde konut yatırımı yapmış olan Arap yatırımcıları memnun etmeye yeter mi? Büyük olasılıkla hayır.
Türkiye’nin yatırım hikâyesinin en iyi olduğu dönemlerden biri 2005-2012 dönemi olmuştur. Bu dönemde birçok olumlu etki bir araya gelmiş ve Türkiye ekonomisine duyulan güvenin işareti olarak uluslararası doğrudan yatırımlarda bir patlama yaşanmıştır. 1994 ile 2002 yılları arasında yılda ortalama 1,4 milyar ABD doları mertebesinde seyreden yabancı sermaye girişleri, 2005 senesinde 10 milyar dolara, 2006, 2007 ve 2008 senelerinde ise yıllık 20 milyar dolardan daha yüksek bir seviyeye sıçramıştır. Bu dönemde önemli özelleştirmeler ve banka ve sigorta sektörüne önemli girişler olmuştur. Olumlu dış etkiler arasında, AB’ye tam üyelik görüşmelerinin hız kazanması, 30 yıldır Türkiye’yi kemiren enflasyonun tek haneye inmesi, TL’den 6 sıfır atılması, TL’nin itibar kazanması ve hatta, 11 Eylül İkiz Kuleler saldırısını takiben Türkiye’nin jeopolitik öneminin artması ve bir enerji koridoru olarak görülmesi sayılmalıdır.
Aynı dönemde, düzelen güven ortamı sayesinde cari açığın artması mümkün olmuş ve dış dünyadan çekilen finansmanla tüketim ekonomisine büyük ivme kazandırılmıştır. 2009 senesini saymaz isek, genelde Türkiye ekonomisi küresel finans krizinin sonucunda piyasalara pompalanan likiditeden olumlu etkilenmiştir. Artan tüketim ve artan ithalat ile gelen yüksek ÖTV ve KDV girdileri ve kamu otoritesinin gösterdiği mali disiplin sayesinde, kamu borçlanma ihtiyacını çok düşük seviyelere indirilebilmiştir. Öte yandan, dış borç sorunu bu süre zarfında azalmamış, kamunun sırtından inip reel sektörün sırtına binmiştir. Varlık fiyatlarında önemli artışlar kaydedilmiştir. Olumlu etkiler iyi bir hikâye ile birleşince Türkiye’nin tüm göstergeleri düzelmiş, kişi başı milli gelir ilk defa 2010 senesinde 10 bin doların üzerinde gerçekleşmiştir.
Sadece Türkiye’nin değil, birçok gelişmekte olan ülke ekonomilerinin olumlu gidişatını etkileyen en önemli etkilerden biri Amerikan Merkez Bankasının parasal genişlemeyi durduracağını ilan ettiği Mayıs 2013 tarihinde ortaya çıkmıştır. FED’in bu kararı, küresel sermaye akımlarında yaşanan büyük bir gel-git olayının dönüş noktası olarak kabul edilmektedir. Bu tarihten sonra, Kırılgan Beşli olarak adlandırılan Brezilya, Endonezya, Güney Afrika, Hindistan ve Türkiye’nin paraları değer kaybetmeye başlamıştır. Kırılgan Beşli arasında bu gelişmelerden en çok etkilenen ülke ne yazık ki Türkiye’dir. Geçtiğimiz ay itibarı ile son beş senede Hindistan Rupi’si yüzde 18, Güney Afrika Rand’ı yüzde 25, Endonezya Rupiah’ı yüzde 42 ve Brezilya Real’i yüzde 65 değer kaybetmişken, Türk Lirası’nın değer kaybı yüzde 115 olmuştur. Diğer dört ülkede enflasyon ve cari açık gibi göstergeler 2013-18 seneleri arasında olumlu gelişme gösterir iken Türkiye’de aynı dönemde enflasyonun düşmediği ve cari açığın arttığı gözlemlenmektedir.
Beş sene önce başlayan ancak 2018’de belirginleşen küresel likidite bolluğundan çıkış Türkiye açısından hem dahili hem de bölgesel olumsuzlukların yoğun olduğu bir dönemle çakışmıştır. Suriye’deki iç savaş, mülteci krizi, Mısır ve Rusya ile yaşanan krizler, 17-25 krizi, 2016 senesinde yaşanan yoğun terör saldırıları, 15 Temmuz kalkışması ve arkasından gelen OHAL uygulaması uluslararası doğrudan yatırımlar bakımından Türkiye’nin cazibesine olumsuz etki eden en önemli dış etkiler arasında yer almaktadır. Nitekim 2017 senesinde doğrudan gelen yabancı sermaye yatırımları 10,8 milyar dolarla son 12 senenin en düşük seviyesinde gerçekleşmiştir. 2018 senesinde de doğrudan yabancı sermaye girişlerinin artmasını beklemek iyimserlik olabilir. Geçen seneki büyümeye rağmen, TL’deki değer kaybının etkisi ile kişi başı milli gelirimiz son 5 senede dolar bazında bir artış kaydedememiş hatta azalma eğilimine girmiştir. Türkiye’nin gerek sermaye gerekse ticaret hareketlerinde dış dünya ile çok iç içe olduğundan, ekonomideki büyümeyi refah artışı olarak hissetmek mümkün olmamaktadır. Bir diğer anlatımla, satınalma paritesine göre analiz yapmak yerinde bir analiz değildir.
Bugün Türkiye’nin yeni bir yatırım hikayesine ihtiyacı vardır. Kısa dönemde, tüketime verilen teşvikler, cansuyu kredileri veya büyük altyapı yatırımları gibi uygulamalarla ekonominin desteklenmesi olumlu sonuçlar verse de, uzun vadede, palyatif çözümlerin yeni bir yatırım hikayesi yaratmaktan çok eski sorunların hortlamasına yol açması daha olası gözükmektedir. Türk Lirası’nın değer kaybı sürdükçe Türkiye’nin uluslararası sermaye akımlarından aldığı payı arttırması nasıl mümkün olacaktır? Enflasyon artışına paralel bir faiz artırımı yapılsa da, sıcak para stratejisi ile kalıcı rekabet avantajı elde etmek mümkün gözükmemektedir.
Global likiditenin daralmaya başladığı, AB çıpasının taradığı, dahili ve bölgesel olumsuzlukların üst üste geldiği son bir iki senede Türkiye’nin neden küresel sermaye akımlarından aldığı payı arttıramadığını irdelemek gereklidir. Üzerinde toplumsal mutabakat olan yeni bir hikâye yazılmadıkça, bu döngünün yön değiştirmesi zor gözükmektedir.