Kişi’ kelimesinin psikoloji, sosyoloji, hukuk ve felsefede ne anlama geldiğini bilmeden ‘kişisel gelişim uzmanı’ olan insanların olduğu bir dünyada yaşıyoruz.
Kişi’ kelimesinin psikoloji, sosyoloji, hukuk ve felsefede ne anlama geldiğini bilmeden ‘kişisel gelişim uzmanı’ olan insanların olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Aynı zamanda ‘kişi’ kelimesinin ne anlama geldiğini bu disiplinler üzerinden araştırıp üzerine düşündüğünde kişisel gelişim yaşayabilecek, ama yaşamak istemeyen ‘danışanlar’ın olduğu bir dünya burası.
Dünya, tıpkı bir tiyatro sahnesi gibi. İzleyici senaryoyu daha net anlasın diye zaman zaman ses, mimik ve davranışın abartıldığı bir sahne. Her birey kendi kişisel sahnesinde onu çevreleyen insanları izleyici konumunda tutarak var olmaya çalışıyor. Oynadığı oyun gişe rekorları kırsın istiyor herkes. Öyle ya büyük alkışları o toplamayacak da kim toplayacak? Kaç kişi onun kadar samimi, kaç kişinin içi dışı onun kadar bir. İçinden bir ses ona “Kimse senin gibi değil,” diyor. Herkes içinde bir ses duyuyor ve mümkünse o sesin onu götüreceği yere gitmek istiyor.
Bu İÇ yolculuk başlamadan önce, “İçimdeki sesi dinliyorum da benim içim nerede? İç dediğimde neyi kastediyorum?” diyebilen samimi insanların düşüncede başlattığı gelişim serüveni bir farkındalık yaratıyor zamanla. Farkında olunan şey Sokrates’in cümlesinde kendini gösteriyor; “Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir.”1 Samimiyet şunu dedirtiyor: “Kişi ne demek bilmiyorum, biliyormuş gibi davrandım, iç ne demek bilmiyorum, biliyormuş gibi davrandım, akıl, iyi, kötü, gerçek, varlık, güzel, aydın, cumhuriyet, cesaret, erdem, ben… ne demek bilmiyorum, biliyormuş gibi davrandım. Şu an bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir.”
İÇ’in, Platon’un ‘doksa’ dediği şeyle yani sanı (sanmak eylemi ya da sonucu) ile dolu olduğunun fark edilmesi insanı mevcut iç’in boşaltılması gereğine götürür. İşin en ilginç yanı bilginin (biliyorum demelerimizin) kaynağı olmayan içimizdeki kendimiz de bir sanı olabilir. ‘Ben’ dediğimizde içerde duran bir sanı, zan, tasarım ise ve esasında bize ait bir İÇ ortada yoksa içsel yolculuk nereye yapılmaktadır? “Rica ederim içsel yolculuğa çıkma!” dedirten bir durumdur bu. Şunu sorabiliriz; “Dış var mı peki?” İçimiz dışımız birdi, baktık iç ortada yok, bari dışın bir gerçekliği olsa!
Dış dediğimizde kabaca kastettiğimiz şey görüş alanımıza giren gerçekliktir. Bedenimiz nerede ise bakışımızı yaydığımız tüm uzay dışımızı oluşturur; iş yerinde çalıştığımız masa, oda, evimiz, yaşadığımız sokak, mahalle, şehir, ülke, dünya, galaksimiz vs. Dışımız yalnızca doğadan ibaret değildir, ikinci doğa olarak tanımlanan kültür bizi daha yoğun çevreler. Giydiğimiz kıyafetler, masamız, evimizdeki eşyalar, sokaktaki kaldırım, şehir mimarisi ve meydanlar dışarda kültürün bizi çevrelemesidir. Giydiğimiz kıyafetleri, evimizdeki eşyaları, şehir mimarisini seçerken bize seçim yaptıran şey nedir? “İçi dışı bir olmak,” deyiminin ne kadar anlamlı olduğunu burada görebilme şansımız olabilir.
Poetik Filozof Mevlana’nın bir şiiri;
“Can konağını aramadaysan, cansın; / Bir lokma ekmek arıyorsan ekmeksin, / Bir damla su arıyorsan susun, / Zulmün peşindeysen zalimsin, / Aşkı arıyorsan aşıksın, / Gönlün neye kapılmışsa O’sun sen. / Şu nükteyi biliyorsan, işi biliyorsun demektir: / Neyi arıyorsan O’sun sen.”
Can, aramak, aşk, gönül… Tüm bu kelimelerin ne anlama geldiğini nitelikli olarak düşündüğümüzü hesaba katarak şiirin yaptığı uyarıyı gündelik yaşamımız üzerinden (başka bir yaşamımız var mı o da ayrı bir konu) anlamaya çalışalım. Ne giyiyorsak, evimizi nasıl düzenliyorsak, sokaklarımız, şehrimiz nasılsa biz de o’yuz diyebiliriz. Dış, için dışa aktarılmasından ibaret. Salonda eşya kalabalığı, kıyafetlerde renk cümbüşü, masada yapma çiçek, buzdolabının üzerinde sayısız magnet, çekmecelerde biriken malzemeler, mimaride akıl almaz binalar, şehir meydanında beton ve toprağından zorla koparılıp beton üzerine yerleştirilmiş çiçek grupları… İç dünyada ne varsa dışarıda o var; karmaşa, kavrama evirilmemiş kelimeler, sanata ulaşmamış ergen zihni. İçi dışı bir olan bir dünya ve distopya!
Distopya, içi karmaşadan ibaret olan bir insanın, bir toplumun dışarda durduk yere ütopya beklemesinin psişik sonucudur. İçi ve dışı zannettiği gibi olmayan, var olmayan iç ve dış içinde oyalanan bir insanın var olduğunu söylemek de oldukça güç.
Poetik Felsefenin en seçkin öznelerinden biridir Yunus Emre. Pek çok şiirinde “Var mıyız? Yok muyuz? Varlık nedir?” gibi sorulara bilgece yanıtlar veriyor hâlâ:
“Mal sahibi, mülk sahibi, / Hani bunun ilk sahibi? / Mal da yalan, mülk de yalan, / Var biraz da sen oyalan!..”
1 Sokrates “Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir,” cümlesini, ikinci ve üçüncü kuşak Sofistleri eleştirmek ve uyarmak için kullanmıştır. İnsanları kendi üzerlerine düşünmeye çağıran büyük filozof yaşadığı zaman diliminin en bilge kişisidir.