Uluslararası gündem bakımından oldukça yoğun bir haftayı geride bıraktık. 7 Nisan’da Suriye’nin başkenti Şam’ın 10 kilometre doğusunda, muhaliflerin elinde bulunan Duma kentinde, 80 kişinin hayatını kaybettiği kimyasal silah saldırısı ardından kendimizi bir anda “3. Dünya savaşı mı çıkıyor?” tartışmaları içinde bulduk. ABD, İngiltere ve Fransa’nın saldırıdan sorumlu tuttuğu Beşar Esad rejimini cezalandırmak ve kimyasal silah kullanımını caydırmak amacıyla düzenlediği askeri operasyon sonrası tansiyon şimdilik inmiş görünse de, Suriye’de çatışma riski hâlâ devam ediyor. Operasyon ardından batının Rusya’ya yönelik baskıları sürdüğü takdirde, Türkiye’nin Astana süreci kapsamında Suriye’de Rusya ve İran ile yürüttüğü işbirliğini devam ettirmesi giderek zorlaşacak gibi görünüyor.
Suriye’de özellikle Rus unsurların hedef alınmamış olması, operasyonun Esad rejiminin muhaliflerle mücadelesini etkileyebilecek şekilde askeri imkân ve kabiliyetlerine zarar vermek yerine, kimyasal silah stokunu imha etmekte sınırlı tutulmuş olması ve en önemlisi füze saldırılarına karşı Rusya’nın hava savunma sistemlerini devreye sokmaması, ABD ile Rusya arasında operasyon öncesinde örtülü bir mutabakat olduğunun göstergesi. ABD’nin tek taraflı bir saldırı yerine yanına İngiltere ve Fransa’yı alarak koalisyon oluşturmuş olması da operasyona uluslararası meşruiyet kazandırma amacı olarak görülebilir.
Sınırlı kapsamı ve koalisyon güçlerinin bunun tek seferlik bir operasyon olduğuna ilişkin beyanatları göz önüne alınırsa, 14 Nisan’daki hava saldırısının Esad rejimini yeniden kimyasal silah kullanmaktan caydıracağını söylemek zor.
Yeni bir kimyasal saldırı karşısında uluslararası toplum kararlı tutumunu sürdürebilecek mi? Yeni bir askeri operasyon gelir mi? Kapsamı ne olur? Bilmiyoruz.
Kaldı ki, yedi yıldır, 500 binden fazla sivilin öldüğü Suriye’de, koalisyonun seçici askeri müdahalesi kimyasal silah kullanmadan insan öldürmenin kabul edilebilir olduğu gibi ahlaki bir ikilem ortaya koyuyor.
Bu açıdan, operasyonda insani kaygılardan çok, siyasi bir güç gösterisinin ağır bastığı söylenebilir.
Operasyonun siyasi amacı, İran’ın Suriye’deki varlığının azaltılması için Esad rejimiyle birlikte hareket eden Rusya’yı sıkıştırmaktı. Vurulan hedefler arasında, İran’ın Şam'ın güneyindeki askeri üssü Kisweh’in bulunması bu açıdan şaşırtıcı değil.
Gerek Ulusal Güvenlik Stratejisi Belgesi’ndeki Rusya vurgusu, gerekse Trump ekibindeki son atamalarla İran karşıtı şahinlerin ağırlık kazanması, önümüzdeki dönem ABD’nin Rusya ve İran’a karşı baskıları artıracağına işaret etmekte.
İngiltere’de eski Rus ajanı Sergey Skripal ve kızının sinir gazıyla zehirlenmesinden Rusya’nın sorumlu tutulması, ABD’nin -Başkan’ın gönülsüzlüğüne rağmen- Avrupalı müttefikleriyle saf tutarak, Rus diplomatlarının sınır dışı etmesi, yeni ekonomik yaptırımlar koyması gibi adımlar bu sürecin başladığını gösteriyor.
Bu arada Türkiye’nin Skripal olayını kınamakla birlikte, NATO ve AB ülkelerinin yanında yer alarak Rus diplomatlara yönelik herhangi bir tavır almadığını not düşelim.
Suriye’deki üçlü operasyonun Türk dış politikasına yansımalarına gelince… Ankara beklenildiği üzere, Esad rejimini hedef alan saldırılardan duyduğu memnuniyeti -biraz da abartılı şekilde- ifade etti. Bu yaklaşımın Kremlin’de rahatsızlık yarattığına dair yorumlar var.
Doğrusu, Türkiye’nin Esad konusundaki pozisyonunda herhangi bir değişiklik yok. Bununla birlikte, barındırdığı çelişkiler bakımından Türkiye’nin Rusya ve İran ile sürdürdüğü çıkar temelli işbirliğinin bir noktada dar boğaza girmemesi zaten kaçınılmaz. Türkiye’nin savaşın başından beri indirmek istediği Esad’ı iktidarda tutmak için maddi manevi kaynak aktaran Rusya ve İran ile birlikte hareket ederek, batının duyarsız kaldığı güvenlik kaygılarını giderecek hamleler yapma fırsatı bulurken, bölgedeki en büyük iki büyük rakibinin güçlenmesine olanak verdiği bir yakınlaşmadan bahsediyoruz.
Şayet Rusya’dan uzaklaşmak zorunda kalınırsa, bunun illa ki bir maliyeti olacak. Ama Türkiye-Rusya ilişkilerinde Ankara’nın operasyona ilişkin duyduğu memnuniyeti ifade etmesinin başlı başına bir etkisi olduğunu düşünmüyorum. Ankara gittiği yere kadar, ABD ve Rusya ile ilişkilerini birlikte yürütmekten yana.
Ancak, Guta’nın alınmasıyla birlikte Esad rejiminin Fırat’ın batısında gücünü konsolide ettiği, doğusu için de planları uygulamaya koyacağı bir döneme giriyoruz. Bundan böyle Şam’ın elinde tuttuğu alanları daha da genişletmek için harekete geçmesi, dikkatini ilk etapta İdlib’e çevirmesi ve kalan muhalifleri temizlemeye başlaması aslında beklenen bir gelişme. Bu da Türkiye’nin sınırlarına yeni bir göç akımı ve daha da önemlisi silahlı kuvvetlerin cihatçı muhalifler ve rejim güçleri arasında kalma riskini doğuruyor.
Rejim güçlendikçe sertleşmesi ve kendisini iktidardan indirmek isteyen hasımlarıyla hesap görmek istemesi muhtemel. Örneğin, Güney Suriye’de geçtiğimiz kasımda ABD, Rusya ve Ürdün arasındaki çatışmasızlık bölgesine ilişkin anlaşma kapsamında Şii milislerin sınıra 60 kilometreden fazla yaklaşmaması yönündeki madde işletilemiyor.
ABD, İran’ın Suriye’deki etkinliğini daraltma hedefinde kararlı ise bunu Suriye’den çekilirken nasıl gerçekleştireceği, hangi güçlerle işbirliği kurma yoluna gideceği, Rusya ile son askeri operasyonda gerçekleştirdiği şekilde bir koordinasyon kurup kuramayacağını önümüzdeki haftalarda tartışıyor olacağız. Türkiye’nin Suriye’de ittifak tercihlerini etkileyecek dinamiklerin bir kısmı burada gizli.