Köy enstitüleri 1940’ta açılıp, 1954’te uzun süren tartışmalar, dengesiz tavırlar ve ikircikli politikalar nedeniyle kapatıldı.
1940’ta köy enstitüleri açıldı ve 17 Nisan, Türkiye özelinde geliştirilmiş müthiş bir ‘köycülük’ projesiydi. İşte tam da burada bunu söyleyebiliriz, bugünlerin ifadesiyle bir ‘toplum mühendisliği’ çalışmasıydı. Bugün tüm ‘ne olacak bu memleketin hali’ muhabbetlerinin gelip dayandığı; toplumun hemen her kesiminden insanın, Anadolu’nun istenilen kalkınmışlık düzeyine erişemediği için günah keçisi ilan edilen meşhur ‘köy enstitüleri’ 1940’ta açılıp, 1954’te uzun süren tartışmalar, dengesiz tavırlar ve ikircikli politikalar nedeniyle kapatıldı.
Hiçbir şey yoktan var edilemez. Köy enstitüleri adı verilen bu kurumların açılmasına Osmanlı’nın son dönemine damgasını vuran Jön Türkler ve onun devamı olan bir kısın İttihatçılar karar verirler. Türk milliyetçiliğinin temellerini oluşturulan Kırımlı Gasprinsky’den etkilenen Akçura ve çevresindekiler 1911’de çıkardıkları Türk Yurdu ve 1912’de Halka Doğru dergilerinde milliyetçi düşüncelerin aydınlardan halka doğru yayılmasının desteklenmesi gerektiğini, çoğulcu bir toplumsal yapı gerektiğini, köylülüğü ve toprak reformunu savunuyordu. Türk Yurdu dergisinin yazarlarında Rus asıllı ekonomist Parvus, Akçura’yı köycülük konusundaki düşünceleriyle etkilemiştir. Anadolu köylüsü vergiyi asırlardır imparatorluğun Anadolu dışındaki topraklarında yaşayanlardan iki kat daha fazla verir, tüm askeri verir, nüfusun yüzde 75’ini oluşturur ama Osmanlı aydını tarafından adeta kendisine yüz çevrilmiştir. Parvus, burada Osmanlı elitine Ermeni, Bulgar, Rus milliyetçiliklerinin kendi halkları ile birlikte ederek ne denli başarılı oldukları örneğini hatırlatır. Bununla da yetinmez ve şöyle devam eder: Gençler, mücadele istiyorlar! Bu mücadelede muhtaç oldukları kuvvet, kendilerini, devleti can ve kanıyla beslemekte olan halk tabakasına dahil oldukları zaman bulabileceklerdir!
Kurtuluş Savaşı yıllarında da köycülük düşüncesi devam eder. 1919’da kurulan Köycüler Cemiyeti, Türk Ocakları bünyesinde Halide Edip Adıvar, Dr. Reşit Galip on beş doktor arkadaşıyla birlikte ‘model köyler’ kurdular. Amaçları köylüleri eğitmekti ama bir yandan Kurtuluş Savaşı’nın artan gerilimi; öte yandan memleketimizin hemen her oluşumu gibi kendi içlerindeki ayrışmalar ve tartışmalar sonucunda etki alanlarını yitirerek kayboldular.
Yakup Kadri’nin ‘Yaban’ romanında Kurtuluş Savaşı’nda tekrar askere alınmaktan korkan; aydınlar tarafından hep yüzüstü bırakılmış, sefalet içinde yaşayan Anadolu köylüsü anlatılır. Yine Tarihçi Feroz Ahmed’de Türk köylüsünün Kurtuluş Savaşı’na soğuk yaklaştığını ve devam ede gelen savaşlardan biri olarak kabul ettiğini söyler. Kendi köylüsünü tanımayan Osmanlı ve sonrasında Türk aydınının karşısındaki kitleye sevgi, saygı ya da sorumluluk duyması beklenemez. Dolayısıyla meşruiyetini büyük halk kitlelerinden almayan bu seçkinci ve yönetici sınıf halkın istek ve beklentilerinden kopuk sosyal mühendislik projelerini uygulamaktan tepeden inmeci yaklaşımlarla uygulamaktan kaçınmaz. 1930’lara gelindiğinde ise 1929’da tüm dünyada yaşanan ekonomik buhranın etkisiyle Türkiye ekonomisi de şiddetle bozulmuştur. Cumhuriyet Halk Fırkasının başarısızlıkları sonucu ortaya çıkan huzursuzluğu gidermek bakımından kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkasının gördüğü müthiş ilgi, Cumhuriyet devrimlerinin anlaşılamadığının, temelsizliğinin göstergesi gibiydi. Yöneticilerde ciddi bir tedirginlik vardı; düşmanlar kapıdaydı; vatan millet elden gidebilirdi ve bunun üzerine CHP, 1932’de ‘Halkevleri’ni kurdu. 30’lu yılların başından itibaren pek çok Avrupa ülkesi gibi Türkiye’de Kemalist devrimlerin yeterince yerleşemediği saikiyle, yetişkin eğitiminin amaçlandığı halkevleri projesine başlandı. Aydın-halk, şehirli-köylü arasındaki ilişkiler bu kurum içinde gelişecekti. Halkevleri ve halkodaları, partinin bu yapılar içinde yer alan üyeleri tarafından ciddi bir baskı altında yönetiliyordu. ‘Halk için, Halka rağmen! Yani halkın istek, arzu ve beklentileri sorulup, anlaşılmadan. Sabahattin Ali’nin ‘Bir Konferans’ adlı öyküsünde yer alan şu satırlar bize bu kitlenin görünümü hakkında kısa bir bilgi vermeye yeter: “Büyük şehirlerimizden birine yakın bir köyde yeni bir yatılı okul açılıyordu. Açış törenine maarif müdürü, müfettişler, şehrin mühimce adamları ve köycüler, bir kafile halinde otomobillerle gittiler. Köy halkı, bu golf pantolonlu, kasketli, kara gözlüklü, boyunları fotoğraf makineli kalabalığı, yolun iki yanına dizilerek, derin bir sükûtla karşıladı. Gelenler derhal yeni yapılan okulun önündeki meydanda toplandılar.” Anadolu köylerine bu giysilerle giden ve köylüye tepeden bakan turist havalı bu insanlarla halk arasında sıcak bir ilişki hatta herhangi bir ilişki kurulabilir mi? Hiç sanmıyorum…
Ve 1940’lara köycülük düşüncesinden ödün vermeyen bir grup yöneticiyle gelindi. Dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel ve Müdürü İsmail Hakkı Tonguç’un hamleleriyle açılan bu enstitülerde köy çocukları, köylüleri eğitecek hatta kendi okullarını kendileri inşa edeceklerdi. Ancak “Yine Anadolu’nun yoksul köy çocukları çalıştırılıyor, neden kentliler çalıştırılmıyor? Çünkü asırlardır bu yükü taşımaya hazırdırlar” diye bazı kesimler eleştiriye başlamışlardı bile…
Öte yandan ‘toprak ağaları da homurdanmaya başlamıştı’ diye bildiğimiz argüman da hem enstitülerin böyle bir kuruluş amacı olmamasından ve hem de bulundukları yerlerde toprak sahipliğinin yaygın oluşuyla çürütülebilir. Amaç aslında doğaya karşı çıkabilecek eğitimde köylüler yetiştirebilmektir. Ayrıca eğitimli çiftçilerin ağaların işine geldiği de enstitülerin önde gelen yöneticilerinden Rauf İnan’ın anılarında yer alır. Bir başka hedef ise Türk milliyetçiliğini yaymak ve pekiştirmektir. Enstitüler ile ilgili bir suçlama da Rus Eğitim Sistemi’nden etkilenerek oluşturulmuş ve komünist İsmail Hakkı Tonguç tarafından yönetildiğidir. Kurucuları tarafından 1954’te kapatılan köy enstitüleri belli ki haddini aşacak derecede başarılı olmuş; onu kuranların korktukları bir yapı haline gelmesi nedeniyle kapatılmıştır.