Ünlü İngiliz yazar Graham Greene, Köşe Dolabındaki Revolver başlıklı denemesinde, onlu yaşlarında sürekli bir boşluk duygusuyla kuşatılmış olduğunu belirttikten sonra abisinin tabancasını çalıp Rus ruleti oynadığını yazar. Günün birinde tabancaya tek bir kurşun koyup mermi yatağını çevirmiş, sonra da kafasına dayayıp tetiği çekmiş. Böyle birkaç denemede bulunmuş. Silahtan yalnızca bir “klik” sesi geldiğinde hayatta kalmaktan son derece mutlu olmuş. Bu deneyim sonucunda yazısında şu sözlere yer vermiş:
Ünlü İngiliz yazar Graham Greene, Köşe Dolabındaki Revolver başlıklı denemesinde, onlu yaşlarında sürekli bir boşluk duygusuyla kuşatılmış olduğunu belirttikten sonra abisinin tabancasını çalıp Rus ruleti oynadığını yazar. Günün birinde tabancaya tek bir kurşun koyup mermi yatağını çevirmiş, sonra da kafasına dayayıp tetiği çekmiş. Böyle birkaç denemede bulunmuş. Silahtan yalnızca bir “klik” sesi geldiğinde hayatta kalmaktan son derece mutlu olmuş. Bu deneyim sonucunda yazısında şu sözlere yer vermiş:
“Sanki bir ışık yanmıştı. Hayatın sonsuz sayıda olasılık içerdiğini anladım.”
Green, bir aydınlanma anı yaşadıktan sonra, yaşamın ve ölümün de insanın kendi seçimiyle gerçekleşebileceğini anlamış!
Hayatımızın her anında çok farklı seçeneklerle karşı karşıya geliyoruz. Kendi yolumuzda ilerlerken, ayrı yönlere giden yolların kesiştiği bir kavşakta kararsız kaldığımız gibi… Aslında her türlü seçimi biz yapıyoruz! Eğitimde, iş hayatında, ilişkilerimizde, duygularımızı yönlendirmede… Her alanda ve her şeyde, yaşantımız boyunca yaptığımız seçimlerin sonuçları, o anı ya da geleceğimizi şekillendiriyor:
Susarak ya da sesimizi yükselterek…
Bir yere giderek ya da sabırla bekleyerek…
Severek ya da nefret ederek…
Nefretimizi sürdürerek ya da bağışlayarak…
Olaylara olumlu ya da olumsuz yaklaşarak…
Yaşamı ya da ölümü seçerek…
Graham Greene’in deneme yazısında dile getirdiği gibi sonsuz sayıda olasılık içinden seçimimizi gerçekleştiriyoruz.
Ölüme yaklaşan insanlar üzerine yaptığı çalışmalarla tanınan psikiyatrist Elizabeth Kübler-Ross, kitabında bir konuşmayı aktarır. Anlattığı kişi bir soygun sonrası yediği kurşunlarla yaşam savaşını kazanmış olan Jerry’dir:
Ben onu, olaydan altı ay sonra gördüm. “Nasılsın?“ diye sorduğumda, “Bomba gibiyim” dedi. “Bomba gibi.” “Olay sırasında neler hissettin Jerry” dedim. “Yerde kanlar içinde yatarken, iki seçimim var diye düşündüm... Ya yaşamayı seçecektim, ya ölümü... Ben yaşamayı seçtim.” “Korkmadın mı, şuurunu kaybetmedin mi?.. “Ambulansla gelen sağlık görevlileri harika insanlardı. Bana hep iyileşeceksin merak etme dediler. Ama acil servisin koridorlarında sedyemi hızla sürerlerken, doktorların ve hemşirelerin yüzündeki ifadeyi görünce ilk defa korktum. Bu gözler bana: “bu adam ölmüş” diyordu. Bir şeyler yapamazsam, biraz sonra gerçekten ölü bir adam olacaktım. ”Ne yaptın?“ diye merakla sordum. “Kocaman bir hemşire yanıma yaklaştı ve bağırarak herhangi bir şeye karşı alerjim olup olmadığını sordu. “Evet” diye yanıt verdim...”var.” Doktorlar ve hemşireler merakla sustular. Derin bir nefes alarak kendimi toparladım ve bağırdım: “Benim kurşunlara alerjim var!..” Doktorlar ve hemşireler gülmeye başladılar. Tekrar bağırdım. “Ben yaşamayı seçtim. Beni bir canlı gibi ameliyat edin, otopsi yapar gibi değil.”
Yaşamayı seçmek, sonsuz sayıda olasılık içinde, hayata ve insanlara her zaman olumlu yaklaşmakla olasıdır, diye düşünüyorum. Yoksa kimine küsmek ya da sırtımızı dönmek için o denli çok nedenimiz var ki…