Uzun süredir aklımda olmasına rağmen Yunan yönetmen Pantelis Voulgaris’in 2017 yapımı ‘Son Not’ (The Last Note) filmini sonunda izleyebildim. Yüksek lisans döneminde tezimde ‘Gelinler’ filmiyle yer alan Voulgaris’in sinemasına aşinaydım, ancak açıkçası bu kez Gelinler’in ağır ritminden oldukça uzakta, dans sekansının boğazımızda yumru oluşturduğu, gözyaşlarımıza hakim olamadığımız bir yapımla seyircisine seslenmiş yönetmen.
Son Not, tanıdık II. Dünya Savaşı filmlerinden bazı açılardan farklılaşıyor. İkonografik olarak sert Alman subayları, Alman çoban köpekleri, çizmeler, dikenli teller ve açık şiddet filmin olay örgüsünde faşist yönetimin profilini çizmesi açısından tanıdık unsurlar olsa da bu kez Yahudiler değil, komünist partizanlar kurban safında bulunuyor. Mekân olarak Haidari Kampında geçen filmin öyküsü, gerçek bir olaydan uyarlanmış. Haidari, Alman işgali sırasındaki, Yunanistan’daki yirmi altı toplama kampından biri ve günümüzde büyük bir katliamın bellek mekânını oluşturuyor. Kampta toplamda yirmi beş bin civarında mahkûm bulunması ve bunlardan bin dokuz yüzünün Kessariani ve Dafni gibi yerlerde infaz edilmesinin yanında Lakonia’da 27 Nisan 1944’te, Yarbay Krech ve üç emir subayına yapılan suikasta misilleme olarak Haidari Kampındaki, iki yüz Yunan mahkumun infazının emrinin verilmesi, nice hayat kaybedilse de boyun eğmeyen bir toplumun asi ruhunun yansıması olarak nihayet bu filmle sinemada da yer bulmuş oldu.
Nisan 1941’de, Yunanistan’da Alman saldırısı başlamış ve Ekim 1944’te başta Girit olmak üzere birçok bölge, Alman işgali altında kalmıştı. Naziler ortalama yüz köyü imha etmiş, resmi olmayan sonuçlara göre toplamda otuz bin kişi katledilmişti. Naziler işgal ettiği yerlerde komünistleri, Yahudileri ve direnişe destek olan yurtseverleri kamplarda toplayıp çeşitli biçimlerde imha etmişlerdi. Haidari’yi diğerlerinden ayıran ise belki de aynı zamanda direnişi kurgulayanların rehin tutulduğu bir kamp olması.
Filmde başkarakter, Türk-Yunan nüfus mübadelesiyle doğduğu ülkeyi terk edip Yunanistan’a gelmek zorunda kalan; İngilizce, Fransızca, Rusça, Türkçe gibi dillerin yanında Almanca da bilen 1909 Bursa doğumlu Napoleon Soukatzidis. Alman subayın mahkûmları sorguya çekerken çevirmenlik yapması için tuttuğu Napoleon da iki yüz kişilik liste içinde. ‘Sevk edilecekleri kampın’ asıl anlamının ne olduğunun öğrenilmesiyle mahkûmların Haidari’de geçirdikleri son gece Dionysos şenlikleri ile inisiyasyon töreninin bir karışımı gibi yansıtılıyor. Mahkumların Tanrı’nın karşısına çıkmadan önce sabaha dek dansla ruhani teslim oluşlarının olağanüstü görüntüleri seyircinin de geceye dahil olmasına izin veriyor. Filmin kırılma noktasını oluşturan dans sekansı ile mahkûmlar yalnızca horon teperek, çiftetelli oynayarak, hasapiko yaparak Nazileri genel alarm durumuna geçirmeyi başarıyorlar. İnfaz edilmeden önce en güzel ve en temiz kıyafetleriyle, tıraş olarak ve yıkanıp paklanarak daha güzel bir dünya umuduyla özgürlüğe uçuyorlar. Napoleon’un dudaklarından dökülen son kelimeler ise “Hoşçakal ülkem…”
Ölen dört Almana karşı iki yüz kişi… Her birine karşılık elli mahkûm…
Metin Delevi, 2015 yılında yazdığı II. Dünya Savaşı’nda Yunanistan başlıklı yazısına şu şekilde başlar: “Savaştan evvel 77.377 Yahudi´nin yaşadığı ülkede savaştan sonra sadece 10 bin civarında Yahudi kalmıştı.” Dünyanın birçok yerinde Yahudilerle birlikte direnen, katledilen nice insanın anısı hiçbir zaman silinmeyecek. Direniş destanları, insanlığa umut olarak daima belleklerimizde yaşamaya devam edecekler.